Kitaplığımı yerleştirirken bir zarfın içinde çok ortalı bir defterin sararmış bir parçasını buldum. Benim el yazım.. Yıl 1986. İlk iki sayfa kurşun kalemle, gerisi tükenmezle yazılmış. Arkadaşım Hızır'la birlikte 6.60 m.lik Çağlayan isimli, 9 Hp. Pancar motorlu, boş-dolulu, çift kanatlı uskurlu tekne ile Tuzla (Şimdiki adı Boğaziçi) köyünden çıkıp Gökova'yı dolaştığımız yolculuğumuzun notlarıydı bunlar.
Bir sene önce Hakan, Alp, Hızır ve ben yine aynı tekne ile hep birlikte sonbaharda aynı yolculuğa kalkışmış ama daha ilk gün yakalandığımız fırtına nedeniyle Türkbükü, Salih Adası ve Güvercinlik'te barındıktan sonra kös kös geri dönmek zorunda kalmıştık.
Bu kez iki kişi niyetlenmiştik. Hem zaman daha uygundu, hem teknede fazla insan; yani fazla ağırlık yoktu.
Neyse, bundan sonrasını notlarda yazdığım şekliyle okuyalım.
23 Mayıs ‘86:
Elimizde hayvan gibi malzemeyle eve geldiğimizde evdekilerin dikkati bir anda “ne yapacağımız”a yöneldi. Ama beklenen olmadı, Arap Hızır’a saldırmadı.
24 Mayıs ’86:
Sabah Ülelibük’e gittik. Öğleden sonra balık tutmaya çalıştık.
25 Mayıs ’86:
Öğleye dek yattık. Öğleden sonra ince buruna dalmaya gittik ama su hala soğuk; pek kalamadık suda…
26 Mayıs’86:
Sabah erkenden Güllük’e gittik çıkış almak için. En büyük korkumuz liman çıkışı için çok fazla para istenmesiydi.
Heyecandan gece zor uyudum. Eğer bürokratik engelleri aşarsak bu gece yola çıkmayı planlıyoruz.
Liman başkanlığında işimiz fazla sürmedi. Reis değişmiş. Eski serserinin yerini işleri bildiği kadar, insanlara davranmayı da bilen genç birisi gelmiş. Üstelik ağabeyi de doktormuş ve fakülteden “Canda”ları tanıyormuş. Adı Ahmet …. .
Ancak yine de epey sorun çıktı Güllük’te. Bir memur dediklerin yaptırabilmek için epeyce diretti, sonunda o işi de hallettik. Bu arada gemi sağlık cüzdanı da aldık. Toplam masraf 4000 TL oldu. Ama limanlar arası seyrü-sefer için transloc diye yeni bir şey istediler. Sonradan, bizim o belgeyi almamıza gerek olmadığını söylediler. O belge 10 $ (675 TL). Ama Bodrum’da isteyebilirlermiş. Amaç, Turizm Bakanlığına gelir toplamak.
Daha sonra alışveriş yapıp geri döndük Tuzla’ya. Biraz uyuyup dinlenelim dedik ama nafile; uyku tutmuyor.
Akşamüzeri eşyaları tekneye yerleştirdik. Geceye her şey hazır. Sadece babam bizi caydırmaya, hiç olmazsa ertesi sabaha bıraktırmaya çalışıyor. Gökova’ya gitmemizeyse “şerh” koydu.
Akşam yemeğini yedik ve beklenen an geldi. Babam perdeyi, gözlerimizi faltaşı gibi açarak, bizi çelişkilerimizle baş başa bırakarak çekti; “DENİZ CESUR ADAMI SEVER”.. Ve gitti.
Saat 22.04’te demir aldık. Vira Bismillah. Ay yok, ortalık zifiri karanlık. Alışmak epeyce sürdü. Deniz oldukça sakin. Zaten gündüz rüzgar bile yoktu. Kerteriz alacağız derken ilk sürprizi Karaburun feneri yaptı; sönük. Neyse ki, Türkbükü’nün ışıklarıyla metelik adasına geldik, oradan da Apastol adasının feneri gözükmeye başladı. Saat 00.26’da Apastol adasındaydık.
27 Mayıs’86:
Saat 05:05’te uyandık. Ben rahattım ama Hızır rahat uyuyamamış. 05.26’da Apastol’dan ayrıldık. Az sonra iki yunus belirdi sancağımızda. Bir süre yol alıp ağ çeken bir tekneye kayalıkları sorduk. Saat şimdi 06.40, elimizdeki haritanın sınırlarına giriyoruz. Saat 07.30’da Yalıkavak’ın açığından geçiyoruz. Deniz sakin, ölüdeniz pupadan geliyor. Her yer ada dolu. Saat 08’de Gümüşlük’ün önünden geçtik. Önce limana girmek istedik. Yol almak için bu uygun havayı kaçırmamak için vazgeçip devam ettik. Gümüşlük’ün açığından geçerken Karatoprak’ın (Turgutreis) binaları görülüyor. Gümüşlük limanının güney çıkışında (Karatoprak’a doğru) çatal adalarına doğru karadan 100 m. Kadar açığa uzanan kayalar var; kıyıdan epeyce açık geçmek gerek. Karatoprak’a doğru ilerledikçe ne kadar açıktan gidersen git, ada ile karanın arasında geçince, su sığlaşıyor. Karatoprak’ın liman girişi ise iyice sığ. Neredeyse tekne oturacak sanıyor insan ama liman derin.
Saat 08:30’da limana girdik. Hemen Mehmet Karakum adında yaşlıca bir amca yaklaştı, konuşmaya başladık, birlikte limandaki kahveye yürüdük. Bodrum’a ortalama 2 saatlik bir yol (9 mil) kaldığını öğrendik. Kahvehanede kahvaltımızı yaptıktan sonra saat 09.30’da yola koyulduk. Herşeyi unutmuş, zafer sarhoşluğu içinde şakalaşırken, aniden çok sığda olduğumuzu fark ettim. Hüseyin Burnu… Motoru hemen boşa aldım. Neyse ki o kadar sığ değilmiş, dibe toslamadan geçtik. Buraların en tuttuğum tarafı sığlıkların hep kumsal olması. Kayalıklar hep fenerle işaretlenmiş.
Akyarlar’ı geçtikten sonra pupadan gelen rüzgarı değerlendirip çadırın üzerine gerilen imperteksten yelken yaptık. Alt uçlarını ıskarmozlara bağlayıp üsttekileri elle tuttuk. İşe de yaradı ama bir an önce Bodrum’a ulaşmak için bunu başka zaman denemeye karar verdik. Hiçbir yere uğramadan Bodrum’a gidiş tam bir ızdırap oldu. Sıcak bir yandan, tekdüzelik öte yandan canımıza okudu. Saat 12.15 civarında Halikarnas otelin yanındaki iskeleye aborda olduk.
Niyetimiz akşama dek Ören’e doğru yol alıp uygun bir koyda gecelemek ve yarın karşıya geçerek Gökova’nın dibine inmek.
Bodrum liman başkanlığına ve gümrüğe uğramamız gerekiyordu. Ben liman’a uğrayıp Mehmet adlı bir kişiyle konuştum. Eğer giriş yaparsak çıkışta transloc almamız gerekirmiş. Limana uğramadan devam etmemiz durumunda yakalanırsak uyduracağımız yalanları tartıştık. Limana girmemenin “cüzdanlar” için en uygun yol olduğuna karar verilmiş oldu. Öğleyin pidecide tıkındıktan sonra Su Ürünleri Müdürlüğü’ne uğradık. Saat 15.30’da Bodrum Limanından, giriş çıkış yapmadan, ayrıldık. Bodrum ile Karada arasında epeyce sert bir rüzgar vardı. Pupadan aldığımızdan, etkilenmeden boğazı geçtik. Orak adasını da geçtikten sonra yelken işi aklımıza geldi. Pupadan gelen sert rüzgarla motoru durdurarak epeyce hızlı yol aldık. Yıldız adasına doğru yaklaşınca motoru çalıştırdık. Yıldız adasına 5-10 dakikalık yol kalmıştı ki, aniden poyraz patladı. Adanın ardına sığınmaya kalmadan, deniz şakır şukur ıslatmaya başladı. Şaşırıp kaldık ve biraz da korktuk. Hemen gerisin geri dönüp adadaki ilk koya girdik.
Akşam yemeği için yaktığımız ateşin iki yanındaki taşların üzerinde peynir kızarttık, nefis oldu; rakının eksikliğini hissettik.
Bu arada hava kapattı. Şimşek, gök gürültüsü… Çadır kurduk, yattık. Tam dalmıştım ki, ayak sesine benzer bir sesle uyandım. Sanki birisi çadırın etrafında dolanıyor, çadırı dışarıdan yokluyordu. Sesi biraz dinledim. Değişen bir şey yoktu, birisi çadırın etrafındaydı. Hızır’ı uyandırıp sessiz olmasını işaret ettim. Yavaşça doğrulup epey uzun bıçağı olan çakıyı aldım. Hızla dışarı çıkarken feneri yaktım. O da ne… Hiç kimse yok… Etrafı iyice kolaçan ettik. Meğer çadırın üzerine gerdiğimiz “yelken” gevşekmiş, rüzgarla çadıra sürtüyormuş. Dalgaların sesi de ayak sesi efekti veriyormuş. Hızır da aynı duyguya kapılıp uyumakta epeyce zorlanmış, bense hemen uyudum.
28 Mayıs’86:
Sabah 05.30’da kalkmayı planlarken 06.30’da ancak kalkabildik. Çadırı toplayıp hemen yola koyulduk. Epeyce yol alıp çökertmeye vardık. Açıktan geçerken balık şapırtıları ile zevklendik ama sırtıya bir tek balık bile vurmadı. Sonra Ören’e doğru vurduk.
Daha doğrusu sabah niyetimiz karşıya vurmaktı ama yaklaşıl ½ saat yol aldıktan sonra pupadan sert bir yıldız esince planları değiştirip Ören’e, gidebilirsek Karaburun’a gitmeyi planladık.
Çökertmeden sonra epeyce daha gideceğimizi sanırken Ören karşımıza çıkıverdi. Meğer haritada gördüğümüz dağ uzaktan görünmüyormuş ve biz Ören’i daha uzakta tahmin ediyormuşuz.
Saat 11.30 civarında Ören’e vardık. Önce mazot alalım dedik ama ne yalıda, ne de Ören’de kalmamış. Diğer nevaleleri düzüp saat 12.30 civarında yola çıktık. Oradaki yaşlı denizcilerden Gökova hakkında bilgi almayı ihmal etmedik.
Bir saat kadar sonra Karaburun’a vardık. Hava güzeldi, daha arkaya geçtik. Uygun bulduğumuz bir kayalıkta dalalım dedik ama balık malık yoktu. Üstelik akıntı da cabası. Geri dönemedim; Hızır’ı çağırdım gelip beni alsın diye. Sonra karşıya, Gelibolu’ya vurduk. Oradan mazot alabileceğimizi söylemişlerdi. Çok harika, korunaklı bir koy burası; saat 16:30’da geldik ama hava da kapanmıştı. Güzel bir iskeleye yanaştık. Kumluk bir koy, bir kenarından dere akıyor. Kıyıda bir lokanta-büfe var. Oldukça iyi karşılandık. Yağmura karşı, büfeciye ait olan küçük bir kulübede kalabileceğimizi söylediler. Az sonra yağmur başladı. Yarım saat kadar sonra durdu, biz de çadırı kurduk.
Mazot almak için yaptığımız girişimler can sıkıcı oldu. Ulaşımın zor olduğunu, Marmaris ya da başka bir yere gitmenin ya da dönmenin çok zor olduğunu söylediler. Neyse ki, ertesi gün Marmaris gidip gelecek bir bey (Osman) mazot bidonunu bizim için doldurabileceğini söyledi.
Üç adet minik balık yakaladık. Pilav pişirdik, patates kızartıp çorba yaptık ve rakı içtik.
Akşam lokantada oturuyoruz. Hava epeyce soğuk. Mazot sabahleyin saat 9.30-10 gibi geleceği için erken kalkmamız gerekmiyor.
Çok yorgunuz, iki günde 17-18 saat yol yaptık. Sabah bir ara dağlar gözümün önünde kayıverdiler. Şimdi de ayakta durdukça yer sallanıyor. Ama rakıdan değil. :)
29 Mayıs ‘86
Sabah saat 08’de kalktım. Sözde balık avlayacağım. Her ne kadar balık varsa da yakalamak zor. Bu işi unutmuş muyum nedir? Hızır’ı saat 09’da kaldırdım. Ortalığı toplarken ekmekler ve peynirin yok olduğunu gördük. Neyse ki, Sedir adasının kuytusunda kalan koydaki motellerden birisi – Çamlı Motel- fırınında ekmek yapıyormuş. Ben gidip ekmek aldım. Kahvaltı ederken yavaşça imbat çıktı. Önceden planladığımıza göre orada yıkanıp yola öyle çıkacaktık ama gecikme korkusuyla erken çıkmaya zorladım Hızır’ı. Öğle saatlerinden sonra imbat sertleşir buralarda ve artık rüzgara karşı gideceğiz…
Saat 11.30’da Gelibolu’dan yola çıktık. Önce hafif olan hava gittikçe sertleşti ama dalgalar bizim Tuzla Güllük arasındaki dalgalar kadar. Daha büyüğü yok. Bir müddet sonra Söğüt’ü bulduk. Bir sonraki koy İngiliz Limanı. Hızır’ın dediğine göre II. Paylaşım Savaşında İngiliz’ler gemilerini saklamışlar burada. Koyun girişindeki ilk adada (iki ada var) daldık. Ben iki alık vurdum. Sonra uygun bir koy bulmak için içeri girdik ve nefis bir koy gördük. İki yat demirlemişti. Önlerinde lokanta, yeşillikler. Gidip bahçenin bir kenarına çadırı kurduk ve dalmaya geri döndük. İki adet orfoz ve iki de domuz balığı vurdum. Koya dönüp çadırın yanında güzel bir ateş hazırladık. Bu arada koyun karşı kıyısına geçip resmini çektik. Balıkları ateşin üzerinde pişirip rakı ile götürdük. Saat şu anda 23.15 imiş. Az sonra yatıp sabah uyanınca yola devam edip, yarın gece karşıya vurmak niyetindeyiz.
Biz çadırı kurup Çingeneler gibi yayıldığımız sırada yatların birinden dışarı komprador kılıklı tipler çıktı. Yanımızdan geçmek zorunda kaldılar çünkü çadırı biz neredeyse patikanın üstüne kurmuşuz! Halimizi gören heriflerden biri “ Oh, you see, Turkish, just Turkish” diye halimizi diğerlerine açıkladı. O an aklıma verecek bir cevap gelmedi.
30 Mayıs ‘86
Sabah kalktığımızda-daha doğrusu ben kalktığımda saat 7.30 civarındaydı ve “windborne” adlı yat gitmiş, bahsettiğim herifleri taşıyan Bodrum tipi gulet bozuntusu demir alıyordu. Ben ateş yaktım, çay demleyip Hızır’ı kaldırdım, kahvaltı edip saat 10.30 gibi toparlanıp yola çıktık.
Rotamız “balıkaşıran”. Datça yarımadasını anakaraya bağlayan en ince yer. Hava sıcak mı sıcak. Rüzgar bile yok. İngiliz Limanını tekneyle şöyle bir dolaştıktan sonra çıkıyoruz. Pek öyle her gördüğümüz koya dalmadan yol alıp yedi adalara geldik. Durmaya niyetimiz yok. Bari dedik arkalarından geçelim de ayıp olmasın. Sonradan eve dönünce, büyük haritaya bakınca, geçtiğimiz yerlerin geçilecek en uygun yer olduğunu görünce şaştım kaldım.
Başlangıçta rota güney batıya iken gittikçe güneye ve en sonunda güney doğuya yöneldik. Aşmamız gereken burun kalmamış ve irili ufaklı onlarca koy ile Datça yarımadası 2-3 mil önümüzde uzanıyor. Balıkaşıran hangi koya en yakın? Harita üzerinden bir tahmin yürütüp, gözlerimizle de aşağı yukarı orayı kestiriyoruz. Ve pusulayla da açıyı hesaplayıp tahminimizce olduğunu sandığımız koya yollanıyoruz.
Rüzgar zaten yok, güneş tam tepemizde ve biz azıcık da olsa esebilecek rüzgarı arkamıza almış gidiyoruz. Yanmamak için sırtımızda “ANORAK”larlayız. Son yarım saat tam bir azap oldu. Neyse ki vardık; bu kez de koy beğenmedik. Adı Büyük Çatı olan bu koy dantel gibi daha küçük koylarla işlenmiş. Hemen her küçük koyda da bir azmak var, koylar yeşil yeşil görünüyor.
Beğendiğimiz bir koyda klasik yemeğimizi pişirdik. Pilav, çorba, patates kızartması. Bu arada ben belki kefal bulunur diye daldım ama bir şey yoktu. Tam çıkarken koyun girişinde gördüğümüz iki tekne demirlediğimiz koya gelip demirlediler ve “temizliğe” başladılar. Az sonra sintine suları boşaltıldı. Aman tanrım, bir mazot kokusu ki, sormayın ve ağır ağır suyun yüzeyinde yayıldı, yayıldı. İki tane hayvan gibi koy tam anlamıyla mazotla örtüldü. Belki bir şey dememiz gerekirdi ama iki kişi bir şey demeye cesaret edemedik.
Daha sonra tekneyi Datça yolunun altındaki koya çekip AKDENİZ’i görmeye azmettik ve yürüyerek tepeye çıktık. Gerçekten de balıkaşırandı burası ve arkada Akdeniz mavi mavi gülümsüyordu bize. Duru rmuyuz, aynen yola devam edip kıyıya vardık. Vardık ki ne görelim; geçen yıl Bodrum’da iş ararken tanıştığımız JACOB ve teknesi orede bağlı değil mi! Tekneye çağırdı bizi. Açsınızdır diye zorla menemen pişirip sürdü önümüze. Biz gidelim vs. gevelerken “gece burada kalın” dedi.
Bizim niyetimiz gece dalga durulana kadar koyda eğleşip gece 01-02 gibi yola koyulmak, sabaha karşı Bodrum civarına varmak ve nöbetleşe devam edip ertesi gün köyü tutmaktı.
Ne var ki, bu teklif aklımızı çeldi. Ben tekneye gidip eşyaları yerleştirdim. Tekneyi sağlamlayıp geri döndüm.
O koyda çok iri levrekler olurmuş; koya yem toplamaya çıktım. Bu arada “Yakup” ertesi gün Marmaris’e gideceğini söylemiş Hızır’a, onunla gelip gelmeyeceğimizi sormuş. Hızır tam anlamamış bunu ve ben gelince tekrar konuştuk ve neden olmasın diyerek kabul ettik. Bu arada Hızır tekneye gitti, teknedeki evrakları vb. topladı geldi. Ne olur ne olmaz.
31 Mayıs ‘86
Gece epeyce sohbet ettik. Ertesi sabah heyecanla uyandık ama rüzgar yoktu. Daha doğrusu Yakup önce hazırlık yaptı, sonra yüzünü buruşturdu, “rüzgar yok” dedi. “Motor da bozuk, Hisarönü körfezine çıktıktan sonra rüzgarsız kalırız. Bu motorla da yola devam etmek istemiyorum” dedi ve karadan gitmeye karar verdi.
Garip bir adamdı. Çay yapıyor, suyunu su bardağına dolduruyordu. Haa, çay çaydanlıkta değil kocaman bir tasta kaynayıp çaydanlığa aktarılıyordu. Ve bardağa da bol limon sıkılıp su gibi lıkır lıkır içiliyordu. Her yer pislik içindeydi. Köpek vardı bir de, adını çıkaramıyorum şimdi. Her yer köpek kılıydı. Mutfak küflenmiş yiyecek doluydu. Gerçi bize nedeninin anlattı; ama öyleydi işte. Köpeğini Yunanistan’dan Türkiye’ye getirdiği bir yolcu çalmış. Bu da onun peşinden gitmiş apar topar. Daha yeni dönmüş geriye, dört gündür yokmuş.
Yola yürürken fenalaştığını söyleyip boğazını parmakladı ve anlattığım çayları içtiğinden daha fazla bir hızla dışarı fışkırttı ve rahatladı.
Genellikle Marmaris’te olacakmış bu yaz 3933’ten arayın gelirseniz dedi. Ayrıldık.
Deli dolu bir sabah rüzgarı vardı halbuki. Havanın mı, Yakup’un mu keleğine geldik, hala emin değiliz.
Saat 09-09.30 civarında sert esen sabah rüzgarıyla yola koyulduk. İçimizde bir korku; acaba bugün rüzgar ne zaman çıkar? Bu saatte yola çıkmak pek akıllıca değil gibi. Yakup havanın güzel olduğunda ısrarlıydı ama yine de işkilliyiz. Koca Gökova’yı geçeceğiz öğle vaktinde. Rüzgar çıkarsa pupadan alıp en yakın koya gireriz diyoruz ama taaa Gökova’nın dibine inmek de var zorunlu kalıp da.
İşin diğer ürkünç yanı karşı kıyıların görünmeyişi. Biz geldiğimiz buruna doğru gittik, burnu aştıktan sonra kuzeye doğru kuzey-güney rotasına girip tam karşıya vurduk. Karşıya yaklaştıkça önce Ören kıyıları, sonra Çökertme tarafları Bodrum’a doğru progressif olarak görüş alanımıza girmeye başladı.
Niyetimiz Ören’i tutup sonra gidebildiğimiz yere kadar kıyıyı izleyip de gitmek. Tehlikeye atılmanın alemi yok derken rotayı sürekli olarak görebildiğimiz en uzak noktaya çevirdik ve kavislendi rota. Tabii, kıyıya varmadan saat 13 civarında dalga başladı. Önce hafif iken gittikçe şiddetlendi ve ıslatmaya başladı. Saat 15’te giderken kuytusuna ulaşamadan poyrazın patladığı adanın bu kez imbata kuytu koyunda demirleyip mola verdik, yemek yedik. Saat 15.30’da yola çıktık yeniden. İkinci gece yettığımız büyük koya varmadan, Yıldız adasının açığından, geldiğimiz rotayı izleyerek dönelim dedik. Tam adanın burnuna varmıştık ki, ardı ardına 3-4 dalga geldi üzerimize doğru. Aniden pupaya döndük. O dalgaları yeseydik bizim yolculuk orada bitmişti gibi geliyor bana.
Aslında Yıldız adasının açığından geçmek bir aptallıktı bizim için. Bunu seçmemizin tek nedeni de giderken o adayı fark edemeyip(!) açığından geçmemiz ve dönüşte, haritadaki adanın gerçekten ada olup olmadığına karar veremeyip, eğer ada değilse vakit yitirmeyelim diye önce o rotayı denememizdi. Buna bir de rüzgarın adanın iç yanından yön değiştirerek esmesi ve hem imbat hem yıldız karışımı bir dalga oluşturması eklenmeli. Burnumuza yıldıza verince daha çok ıslanıyorduk ve dalgalardan sakınırken rotamız doğal olarak imbatın estiği yöne kaydı.
Neyse, biz kuyruklarımız apışaramızda, yıldız adasının kuytusundan boğaza geldik ve karaadanın kuytusunda rahat bir yolculuk başladı. Adanın iç kıyısından geçtik. Adada bir hamam var, doğal sıcak suyu varmış. Yıkanalım mı diye geçirdik aklımızdan, vazgeçip devam ettik. Adanın kıyısında bir meteorun düşerek oluşturduğu söylenen 9-10 m. çaplı bir çukur var.
Bodrum’a uğramadan devam edip Akyarlar’a geldik. Hava biraz durulmuş, güneş iyice alçalmıştı. Köyün önündeki koya girince imbat pupadan gelmeye başladı. Biz yorgunlukla onca zaman sürdürdüğümüz dikkati bırakıp tekneye yol verdik, doğruca yollandık köye. Derken dip görünmeye başladı orta yerde. “Hızır, bu ne, sığlık mı var, heey, kaya var, motoru boşa al” feryatları içinde gittikçe sığlaşan dibe baktık kaldık ve çaresizce “oturduk”. Bereket oturmamızla motoru boşa almamız arasında epeyce bir zaman vardı ve dip yine de derindi, çarpma çok hafif oldu. Şoku üzerimizden atana dek tekne yine de 2-3 kez dibe vurdu arkadan gelen dalgaların etkisiyle, inip çıkarken. Hemen suya atlayıp derin olan yere doğru sürükledim tekneyi ve kolayca kurtulduk. Kısa bir kontrolden sonra yola revan olup köye vardık. Tekneyi bağladık, karaya çıkıp yemek olanaklarını araştırdık. Saat 18.00. Yaklaşık 9 saattir yoldayız.
Hızır eve telefon etti. Halimiz perişandı, tekneye dönüp üstümüze giysilerin nispeten iyicelerini geçirip bir otele attık kapağı. Güzel bir yemek yedik. O gece dünya kupasının ilk maçı vardı, ilk yarıyı seyredebildik (Bulgaristan- İtalya 1-1). Tekneye dönüp yattık.
Küreklerden birini güverteden motor kabinine uzatıp üstüne bizim yelkeni örttük. İyi bir yöntem bu. Tüm yolculuk boyunca hiç çadır kurmayabilirmişiz. Aklımıza en son gün geldi. Ama tek sorun sivrisineklerdi. Gece kaç kez uyanıp onlarcasını geberttik. En sonunda saat dörttü. Bizse saat 05’te gitme niyetlisiydik. Bir saat daha işkence çekeceğimize basıp gidelim dedik ve yola çıktık.
01 Haziran ‘86
Bu kez pür dikkat, karanlıkta elde fenerler, yürekler güm güm ede ede koydan çıktık ve nöbetleşe uyuyarak rahat bir yolculuk yaptık. Köye geldiğimizde saat 10’du. Ama bu sürenin hemen hepsinde bir kişi uyanık, diğeri uykudaydık. Yani yol boyunca adam başı 3’er saat daha uyuduk. Tekneyi Osman’ın eski kahvesinin önüne bağlayıp eve yürüdük. Arabayı alıp eşyaları taşıdık.
Ilık bir duş ve öğleden sonra uyku. İşte dünya.
Mavi yolculuk… Seni de becerdik…
Bir sene önce Hakan, Alp, Hızır ve ben yine aynı tekne ile hep birlikte sonbaharda aynı yolculuğa kalkışmış ama daha ilk gün yakalandığımız fırtına nedeniyle Türkbükü, Salih Adası ve Güvercinlik'te barındıktan sonra kös kös geri dönmek zorunda kalmıştık.
Bu kez iki kişi niyetlenmiştik. Hem zaman daha uygundu, hem teknede fazla insan; yani fazla ağırlık yoktu.
Neyse, bundan sonrasını notlarda yazdığım şekliyle okuyalım.
23 Mayıs ‘86:
Elimizde hayvan gibi malzemeyle eve geldiğimizde evdekilerin dikkati bir anda “ne yapacağımız”a yöneldi. Ama beklenen olmadı, Arap Hızır’a saldırmadı.
24 Mayıs ’86:
Sabah Ülelibük’e gittik. Öğleden sonra balık tutmaya çalıştık.
25 Mayıs ’86:
Öğleye dek yattık. Öğleden sonra ince buruna dalmaya gittik ama su hala soğuk; pek kalamadık suda…
26 Mayıs’86:
Sabah erkenden Güllük’e gittik çıkış almak için. En büyük korkumuz liman çıkışı için çok fazla para istenmesiydi.
Heyecandan gece zor uyudum. Eğer bürokratik engelleri aşarsak bu gece yola çıkmayı planlıyoruz.
Liman başkanlığında işimiz fazla sürmedi. Reis değişmiş. Eski serserinin yerini işleri bildiği kadar, insanlara davranmayı da bilen genç birisi gelmiş. Üstelik ağabeyi de doktormuş ve fakülteden “Canda”ları tanıyormuş. Adı Ahmet …. .
Ancak yine de epey sorun çıktı Güllük’te. Bir memur dediklerin yaptırabilmek için epeyce diretti, sonunda o işi de hallettik. Bu arada gemi sağlık cüzdanı da aldık. Toplam masraf 4000 TL oldu. Ama limanlar arası seyrü-sefer için transloc diye yeni bir şey istediler. Sonradan, bizim o belgeyi almamıza gerek olmadığını söylediler. O belge 10 $ (675 TL). Ama Bodrum’da isteyebilirlermiş. Amaç, Turizm Bakanlığına gelir toplamak.
Daha sonra alışveriş yapıp geri döndük Tuzla’ya. Biraz uyuyup dinlenelim dedik ama nafile; uyku tutmuyor.
Akşamüzeri eşyaları tekneye yerleştirdik. Geceye her şey hazır. Sadece babam bizi caydırmaya, hiç olmazsa ertesi sabaha bıraktırmaya çalışıyor. Gökova’ya gitmemizeyse “şerh” koydu.
Akşam yemeğini yedik ve beklenen an geldi. Babam perdeyi, gözlerimizi faltaşı gibi açarak, bizi çelişkilerimizle baş başa bırakarak çekti; “DENİZ CESUR ADAMI SEVER”.. Ve gitti.
Saat 22.04’te demir aldık. Vira Bismillah. Ay yok, ortalık zifiri karanlık. Alışmak epeyce sürdü. Deniz oldukça sakin. Zaten gündüz rüzgar bile yoktu. Kerteriz alacağız derken ilk sürprizi Karaburun feneri yaptı; sönük. Neyse ki, Türkbükü’nün ışıklarıyla metelik adasına geldik, oradan da Apastol adasının feneri gözükmeye başladı. Saat 00.26’da Apastol adasındaydık.
27 Mayıs’86:
Saat 05:05’te uyandık. Ben rahattım ama Hızır rahat uyuyamamış. 05.26’da Apastol’dan ayrıldık. Az sonra iki yunus belirdi sancağımızda. Bir süre yol alıp ağ çeken bir tekneye kayalıkları sorduk. Saat şimdi 06.40, elimizdeki haritanın sınırlarına giriyoruz. Saat 07.30’da Yalıkavak’ın açığından geçiyoruz. Deniz sakin, ölüdeniz pupadan geliyor. Her yer ada dolu. Saat 08’de Gümüşlük’ün önünden geçtik. Önce limana girmek istedik. Yol almak için bu uygun havayı kaçırmamak için vazgeçip devam ettik. Gümüşlük’ün açığından geçerken Karatoprak’ın (Turgutreis) binaları görülüyor. Gümüşlük limanının güney çıkışında (Karatoprak’a doğru) çatal adalarına doğru karadan 100 m. Kadar açığa uzanan kayalar var; kıyıdan epeyce açık geçmek gerek. Karatoprak’a doğru ilerledikçe ne kadar açıktan gidersen git, ada ile karanın arasında geçince, su sığlaşıyor. Karatoprak’ın liman girişi ise iyice sığ. Neredeyse tekne oturacak sanıyor insan ama liman derin.
Saat 08:30’da limana girdik. Hemen Mehmet Karakum adında yaşlıca bir amca yaklaştı, konuşmaya başladık, birlikte limandaki kahveye yürüdük. Bodrum’a ortalama 2 saatlik bir yol (9 mil) kaldığını öğrendik. Kahvehanede kahvaltımızı yaptıktan sonra saat 09.30’da yola koyulduk. Herşeyi unutmuş, zafer sarhoşluğu içinde şakalaşırken, aniden çok sığda olduğumuzu fark ettim. Hüseyin Burnu… Motoru hemen boşa aldım. Neyse ki o kadar sığ değilmiş, dibe toslamadan geçtik. Buraların en tuttuğum tarafı sığlıkların hep kumsal olması. Kayalıklar hep fenerle işaretlenmiş.
Akyarlar’ı geçtikten sonra pupadan gelen rüzgarı değerlendirip çadırın üzerine gerilen imperteksten yelken yaptık. Alt uçlarını ıskarmozlara bağlayıp üsttekileri elle tuttuk. İşe de yaradı ama bir an önce Bodrum’a ulaşmak için bunu başka zaman denemeye karar verdik. Hiçbir yere uğramadan Bodrum’a gidiş tam bir ızdırap oldu. Sıcak bir yandan, tekdüzelik öte yandan canımıza okudu. Saat 12.15 civarında Halikarnas otelin yanındaki iskeleye aborda olduk.
Niyetimiz akşama dek Ören’e doğru yol alıp uygun bir koyda gecelemek ve yarın karşıya geçerek Gökova’nın dibine inmek.
Bodrum liman başkanlığına ve gümrüğe uğramamız gerekiyordu. Ben liman’a uğrayıp Mehmet adlı bir kişiyle konuştum. Eğer giriş yaparsak çıkışta transloc almamız gerekirmiş. Limana uğramadan devam etmemiz durumunda yakalanırsak uyduracağımız yalanları tartıştık. Limana girmemenin “cüzdanlar” için en uygun yol olduğuna karar verilmiş oldu. Öğleyin pidecide tıkındıktan sonra Su Ürünleri Müdürlüğü’ne uğradık. Saat 15.30’da Bodrum Limanından, giriş çıkış yapmadan, ayrıldık. Bodrum ile Karada arasında epeyce sert bir rüzgar vardı. Pupadan aldığımızdan, etkilenmeden boğazı geçtik. Orak adasını da geçtikten sonra yelken işi aklımıza geldi. Pupadan gelen sert rüzgarla motoru durdurarak epeyce hızlı yol aldık. Yıldız adasına doğru yaklaşınca motoru çalıştırdık. Yıldız adasına 5-10 dakikalık yol kalmıştı ki, aniden poyraz patladı. Adanın ardına sığınmaya kalmadan, deniz şakır şukur ıslatmaya başladı. Şaşırıp kaldık ve biraz da korktuk. Hemen gerisin geri dönüp adadaki ilk koya girdik.
Akşam yemeği için yaktığımız ateşin iki yanındaki taşların üzerinde peynir kızarttık, nefis oldu; rakının eksikliğini hissettik.
Bu arada hava kapattı. Şimşek, gök gürültüsü… Çadır kurduk, yattık. Tam dalmıştım ki, ayak sesine benzer bir sesle uyandım. Sanki birisi çadırın etrafında dolanıyor, çadırı dışarıdan yokluyordu. Sesi biraz dinledim. Değişen bir şey yoktu, birisi çadırın etrafındaydı. Hızır’ı uyandırıp sessiz olmasını işaret ettim. Yavaşça doğrulup epey uzun bıçağı olan çakıyı aldım. Hızla dışarı çıkarken feneri yaktım. O da ne… Hiç kimse yok… Etrafı iyice kolaçan ettik. Meğer çadırın üzerine gerdiğimiz “yelken” gevşekmiş, rüzgarla çadıra sürtüyormuş. Dalgaların sesi de ayak sesi efekti veriyormuş. Hızır da aynı duyguya kapılıp uyumakta epeyce zorlanmış, bense hemen uyudum.
28 Mayıs’86:
Sabah 05.30’da kalkmayı planlarken 06.30’da ancak kalkabildik. Çadırı toplayıp hemen yola koyulduk. Epeyce yol alıp çökertmeye vardık. Açıktan geçerken balık şapırtıları ile zevklendik ama sırtıya bir tek balık bile vurmadı. Sonra Ören’e doğru vurduk.
Daha doğrusu sabah niyetimiz karşıya vurmaktı ama yaklaşıl ½ saat yol aldıktan sonra pupadan sert bir yıldız esince planları değiştirip Ören’e, gidebilirsek Karaburun’a gitmeyi planladık.
Çökertmeden sonra epeyce daha gideceğimizi sanırken Ören karşımıza çıkıverdi. Meğer haritada gördüğümüz dağ uzaktan görünmüyormuş ve biz Ören’i daha uzakta tahmin ediyormuşuz.
Saat 11.30 civarında Ören’e vardık. Önce mazot alalım dedik ama ne yalıda, ne de Ören’de kalmamış. Diğer nevaleleri düzüp saat 12.30 civarında yola çıktık. Oradaki yaşlı denizcilerden Gökova hakkında bilgi almayı ihmal etmedik.
Bir saat kadar sonra Karaburun’a vardık. Hava güzeldi, daha arkaya geçtik. Uygun bulduğumuz bir kayalıkta dalalım dedik ama balık malık yoktu. Üstelik akıntı da cabası. Geri dönemedim; Hızır’ı çağırdım gelip beni alsın diye. Sonra karşıya, Gelibolu’ya vurduk. Oradan mazot alabileceğimizi söylemişlerdi. Çok harika, korunaklı bir koy burası; saat 16:30’da geldik ama hava da kapanmıştı. Güzel bir iskeleye yanaştık. Kumluk bir koy, bir kenarından dere akıyor. Kıyıda bir lokanta-büfe var. Oldukça iyi karşılandık. Yağmura karşı, büfeciye ait olan küçük bir kulübede kalabileceğimizi söylediler. Az sonra yağmur başladı. Yarım saat kadar sonra durdu, biz de çadırı kurduk.
Mazot almak için yaptığımız girişimler can sıkıcı oldu. Ulaşımın zor olduğunu, Marmaris ya da başka bir yere gitmenin ya da dönmenin çok zor olduğunu söylediler. Neyse ki, ertesi gün Marmaris gidip gelecek bir bey (Osman) mazot bidonunu bizim için doldurabileceğini söyledi.
Üç adet minik balık yakaladık. Pilav pişirdik, patates kızartıp çorba yaptık ve rakı içtik.
Akşam lokantada oturuyoruz. Hava epeyce soğuk. Mazot sabahleyin saat 9.30-10 gibi geleceği için erken kalkmamız gerekmiyor.
Çok yorgunuz, iki günde 17-18 saat yol yaptık. Sabah bir ara dağlar gözümün önünde kayıverdiler. Şimdi de ayakta durdukça yer sallanıyor. Ama rakıdan değil. :)
29 Mayıs ‘86
Sabah saat 08’de kalktım. Sözde balık avlayacağım. Her ne kadar balık varsa da yakalamak zor. Bu işi unutmuş muyum nedir? Hızır’ı saat 09’da kaldırdım. Ortalığı toplarken ekmekler ve peynirin yok olduğunu gördük. Neyse ki, Sedir adasının kuytusunda kalan koydaki motellerden birisi – Çamlı Motel- fırınında ekmek yapıyormuş. Ben gidip ekmek aldım. Kahvaltı ederken yavaşça imbat çıktı. Önceden planladığımıza göre orada yıkanıp yola öyle çıkacaktık ama gecikme korkusuyla erken çıkmaya zorladım Hızır’ı. Öğle saatlerinden sonra imbat sertleşir buralarda ve artık rüzgara karşı gideceğiz…
Saat 11.30’da Gelibolu’dan yola çıktık. Önce hafif olan hava gittikçe sertleşti ama dalgalar bizim Tuzla Güllük arasındaki dalgalar kadar. Daha büyüğü yok. Bir müddet sonra Söğüt’ü bulduk. Bir sonraki koy İngiliz Limanı. Hızır’ın dediğine göre II. Paylaşım Savaşında İngiliz’ler gemilerini saklamışlar burada. Koyun girişindeki ilk adada (iki ada var) daldık. Ben iki alık vurdum. Sonra uygun bir koy bulmak için içeri girdik ve nefis bir koy gördük. İki yat demirlemişti. Önlerinde lokanta, yeşillikler. Gidip bahçenin bir kenarına çadırı kurduk ve dalmaya geri döndük. İki adet orfoz ve iki de domuz balığı vurdum. Koya dönüp çadırın yanında güzel bir ateş hazırladık. Bu arada koyun karşı kıyısına geçip resmini çektik. Balıkları ateşin üzerinde pişirip rakı ile götürdük. Saat şu anda 23.15 imiş. Az sonra yatıp sabah uyanınca yola devam edip, yarın gece karşıya vurmak niyetindeyiz.
Biz çadırı kurup Çingeneler gibi yayıldığımız sırada yatların birinden dışarı komprador kılıklı tipler çıktı. Yanımızdan geçmek zorunda kaldılar çünkü çadırı biz neredeyse patikanın üstüne kurmuşuz! Halimizi gören heriflerden biri “ Oh, you see, Turkish, just Turkish” diye halimizi diğerlerine açıkladı. O an aklıma verecek bir cevap gelmedi.
30 Mayıs ‘86
Sabah kalktığımızda-daha doğrusu ben kalktığımda saat 7.30 civarındaydı ve “windborne” adlı yat gitmiş, bahsettiğim herifleri taşıyan Bodrum tipi gulet bozuntusu demir alıyordu. Ben ateş yaktım, çay demleyip Hızır’ı kaldırdım, kahvaltı edip saat 10.30 gibi toparlanıp yola çıktık.
Rotamız “balıkaşıran”. Datça yarımadasını anakaraya bağlayan en ince yer. Hava sıcak mı sıcak. Rüzgar bile yok. İngiliz Limanını tekneyle şöyle bir dolaştıktan sonra çıkıyoruz. Pek öyle her gördüğümüz koya dalmadan yol alıp yedi adalara geldik. Durmaya niyetimiz yok. Bari dedik arkalarından geçelim de ayıp olmasın. Sonradan eve dönünce, büyük haritaya bakınca, geçtiğimiz yerlerin geçilecek en uygun yer olduğunu görünce şaştım kaldım.
Başlangıçta rota güney batıya iken gittikçe güneye ve en sonunda güney doğuya yöneldik. Aşmamız gereken burun kalmamış ve irili ufaklı onlarca koy ile Datça yarımadası 2-3 mil önümüzde uzanıyor. Balıkaşıran hangi koya en yakın? Harita üzerinden bir tahmin yürütüp, gözlerimizle de aşağı yukarı orayı kestiriyoruz. Ve pusulayla da açıyı hesaplayıp tahminimizce olduğunu sandığımız koya yollanıyoruz.
Rüzgar zaten yok, güneş tam tepemizde ve biz azıcık da olsa esebilecek rüzgarı arkamıza almış gidiyoruz. Yanmamak için sırtımızda “ANORAK”larlayız. Son yarım saat tam bir azap oldu. Neyse ki vardık; bu kez de koy beğenmedik. Adı Büyük Çatı olan bu koy dantel gibi daha küçük koylarla işlenmiş. Hemen her küçük koyda da bir azmak var, koylar yeşil yeşil görünüyor.
Beğendiğimiz bir koyda klasik yemeğimizi pişirdik. Pilav, çorba, patates kızartması. Bu arada ben belki kefal bulunur diye daldım ama bir şey yoktu. Tam çıkarken koyun girişinde gördüğümüz iki tekne demirlediğimiz koya gelip demirlediler ve “temizliğe” başladılar. Az sonra sintine suları boşaltıldı. Aman tanrım, bir mazot kokusu ki, sormayın ve ağır ağır suyun yüzeyinde yayıldı, yayıldı. İki tane hayvan gibi koy tam anlamıyla mazotla örtüldü. Belki bir şey dememiz gerekirdi ama iki kişi bir şey demeye cesaret edemedik.
Daha sonra tekneyi Datça yolunun altındaki koya çekip AKDENİZ’i görmeye azmettik ve yürüyerek tepeye çıktık. Gerçekten de balıkaşırandı burası ve arkada Akdeniz mavi mavi gülümsüyordu bize. Duru rmuyuz, aynen yola devam edip kıyıya vardık. Vardık ki ne görelim; geçen yıl Bodrum’da iş ararken tanıştığımız JACOB ve teknesi orede bağlı değil mi! Tekneye çağırdı bizi. Açsınızdır diye zorla menemen pişirip sürdü önümüze. Biz gidelim vs. gevelerken “gece burada kalın” dedi.
Bizim niyetimiz gece dalga durulana kadar koyda eğleşip gece 01-02 gibi yola koyulmak, sabaha karşı Bodrum civarına varmak ve nöbetleşe devam edip ertesi gün köyü tutmaktı.
Ne var ki, bu teklif aklımızı çeldi. Ben tekneye gidip eşyaları yerleştirdim. Tekneyi sağlamlayıp geri döndüm.
O koyda çok iri levrekler olurmuş; koya yem toplamaya çıktım. Bu arada “Yakup” ertesi gün Marmaris’e gideceğini söylemiş Hızır’a, onunla gelip gelmeyeceğimizi sormuş. Hızır tam anlamamış bunu ve ben gelince tekrar konuştuk ve neden olmasın diyerek kabul ettik. Bu arada Hızır tekneye gitti, teknedeki evrakları vb. topladı geldi. Ne olur ne olmaz.
31 Mayıs ‘86
Gece epeyce sohbet ettik. Ertesi sabah heyecanla uyandık ama rüzgar yoktu. Daha doğrusu Yakup önce hazırlık yaptı, sonra yüzünü buruşturdu, “rüzgar yok” dedi. “Motor da bozuk, Hisarönü körfezine çıktıktan sonra rüzgarsız kalırız. Bu motorla da yola devam etmek istemiyorum” dedi ve karadan gitmeye karar verdi.
Garip bir adamdı. Çay yapıyor, suyunu su bardağına dolduruyordu. Haa, çay çaydanlıkta değil kocaman bir tasta kaynayıp çaydanlığa aktarılıyordu. Ve bardağa da bol limon sıkılıp su gibi lıkır lıkır içiliyordu. Her yer pislik içindeydi. Köpek vardı bir de, adını çıkaramıyorum şimdi. Her yer köpek kılıydı. Mutfak küflenmiş yiyecek doluydu. Gerçi bize nedeninin anlattı; ama öyleydi işte. Köpeğini Yunanistan’dan Türkiye’ye getirdiği bir yolcu çalmış. Bu da onun peşinden gitmiş apar topar. Daha yeni dönmüş geriye, dört gündür yokmuş.
Yola yürürken fenalaştığını söyleyip boğazını parmakladı ve anlattığım çayları içtiğinden daha fazla bir hızla dışarı fışkırttı ve rahatladı.
Genellikle Marmaris’te olacakmış bu yaz 3933’ten arayın gelirseniz dedi. Ayrıldık.
Deli dolu bir sabah rüzgarı vardı halbuki. Havanın mı, Yakup’un mu keleğine geldik, hala emin değiliz.
Saat 09-09.30 civarında sert esen sabah rüzgarıyla yola koyulduk. İçimizde bir korku; acaba bugün rüzgar ne zaman çıkar? Bu saatte yola çıkmak pek akıllıca değil gibi. Yakup havanın güzel olduğunda ısrarlıydı ama yine de işkilliyiz. Koca Gökova’yı geçeceğiz öğle vaktinde. Rüzgar çıkarsa pupadan alıp en yakın koya gireriz diyoruz ama taaa Gökova’nın dibine inmek de var zorunlu kalıp da.
İşin diğer ürkünç yanı karşı kıyıların görünmeyişi. Biz geldiğimiz buruna doğru gittik, burnu aştıktan sonra kuzeye doğru kuzey-güney rotasına girip tam karşıya vurduk. Karşıya yaklaştıkça önce Ören kıyıları, sonra Çökertme tarafları Bodrum’a doğru progressif olarak görüş alanımıza girmeye başladı.
Niyetimiz Ören’i tutup sonra gidebildiğimiz yere kadar kıyıyı izleyip de gitmek. Tehlikeye atılmanın alemi yok derken rotayı sürekli olarak görebildiğimiz en uzak noktaya çevirdik ve kavislendi rota. Tabii, kıyıya varmadan saat 13 civarında dalga başladı. Önce hafif iken gittikçe şiddetlendi ve ıslatmaya başladı. Saat 15’te giderken kuytusuna ulaşamadan poyrazın patladığı adanın bu kez imbata kuytu koyunda demirleyip mola verdik, yemek yedik. Saat 15.30’da yola çıktık yeniden. İkinci gece yettığımız büyük koya varmadan, Yıldız adasının açığından, geldiğimiz rotayı izleyerek dönelim dedik. Tam adanın burnuna varmıştık ki, ardı ardına 3-4 dalga geldi üzerimize doğru. Aniden pupaya döndük. O dalgaları yeseydik bizim yolculuk orada bitmişti gibi geliyor bana.
Aslında Yıldız adasının açığından geçmek bir aptallıktı bizim için. Bunu seçmemizin tek nedeni de giderken o adayı fark edemeyip(!) açığından geçmemiz ve dönüşte, haritadaki adanın gerçekten ada olup olmadığına karar veremeyip, eğer ada değilse vakit yitirmeyelim diye önce o rotayı denememizdi. Buna bir de rüzgarın adanın iç yanından yön değiştirerek esmesi ve hem imbat hem yıldız karışımı bir dalga oluşturması eklenmeli. Burnumuza yıldıza verince daha çok ıslanıyorduk ve dalgalardan sakınırken rotamız doğal olarak imbatın estiği yöne kaydı.
Neyse, biz kuyruklarımız apışaramızda, yıldız adasının kuytusundan boğaza geldik ve karaadanın kuytusunda rahat bir yolculuk başladı. Adanın iç kıyısından geçtik. Adada bir hamam var, doğal sıcak suyu varmış. Yıkanalım mı diye geçirdik aklımızdan, vazgeçip devam ettik. Adanın kıyısında bir meteorun düşerek oluşturduğu söylenen 9-10 m. çaplı bir çukur var.
Bodrum’a uğramadan devam edip Akyarlar’a geldik. Hava biraz durulmuş, güneş iyice alçalmıştı. Köyün önündeki koya girince imbat pupadan gelmeye başladı. Biz yorgunlukla onca zaman sürdürdüğümüz dikkati bırakıp tekneye yol verdik, doğruca yollandık köye. Derken dip görünmeye başladı orta yerde. “Hızır, bu ne, sığlık mı var, heey, kaya var, motoru boşa al” feryatları içinde gittikçe sığlaşan dibe baktık kaldık ve çaresizce “oturduk”. Bereket oturmamızla motoru boşa almamız arasında epeyce bir zaman vardı ve dip yine de derindi, çarpma çok hafif oldu. Şoku üzerimizden atana dek tekne yine de 2-3 kez dibe vurdu arkadan gelen dalgaların etkisiyle, inip çıkarken. Hemen suya atlayıp derin olan yere doğru sürükledim tekneyi ve kolayca kurtulduk. Kısa bir kontrolden sonra yola revan olup köye vardık. Tekneyi bağladık, karaya çıkıp yemek olanaklarını araştırdık. Saat 18.00. Yaklaşık 9 saattir yoldayız.
Hızır eve telefon etti. Halimiz perişandı, tekneye dönüp üstümüze giysilerin nispeten iyicelerini geçirip bir otele attık kapağı. Güzel bir yemek yedik. O gece dünya kupasının ilk maçı vardı, ilk yarıyı seyredebildik (Bulgaristan- İtalya 1-1). Tekneye dönüp yattık.
Küreklerden birini güverteden motor kabinine uzatıp üstüne bizim yelkeni örttük. İyi bir yöntem bu. Tüm yolculuk boyunca hiç çadır kurmayabilirmişiz. Aklımıza en son gün geldi. Ama tek sorun sivrisineklerdi. Gece kaç kez uyanıp onlarcasını geberttik. En sonunda saat dörttü. Bizse saat 05’te gitme niyetlisiydik. Bir saat daha işkence çekeceğimize basıp gidelim dedik ve yola çıktık.
01 Haziran ‘86
Bu kez pür dikkat, karanlıkta elde fenerler, yürekler güm güm ede ede koydan çıktık ve nöbetleşe uyuyarak rahat bir yolculuk yaptık. Köye geldiğimizde saat 10’du. Ama bu sürenin hemen hepsinde bir kişi uyanık, diğeri uykudaydık. Yani yol boyunca adam başı 3’er saat daha uyuduk. Tekneyi Osman’ın eski kahvesinin önüne bağlayıp eve yürüdük. Arabayı alıp eşyaları taşıdık.
Ilık bir duş ve öğleden sonra uyku. İşte dünya.
Mavi yolculuk… Seni de becerdik…
fotoğraf yok mu?
YanıtlaSil