İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 60. yaşına basarken, ihlal karnesinde üç-beş sınıf geriye düşen Türkiye’de neyi nasıl kutlayabiliriz? Pınar Öğünç'ün Radikal Cumartesi ekinde 6 Aralık günü yayımlanan yazısına ekleyecekleri olanlar yorumlar bölümüne düşüncelerini yazabilirler...
Kendi web sitesinde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin maddelerini teker teker verip 10 Aralık’ın İnsan Hakları Günü olduğunu duyuran Milli Eğitim Bakanlığı, bir de ek başlık açmış: Haklarımızı biliyor muyuz?
“Eski devletlerin yönetim anlayışı baskıydı” diye girilmiş lafa; Magna Carta, İkinci Dünya Savaşı derken, bu yıl 60. yaşına basacak olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi insanlığın bir zaferi olarak tanıtılmış.
Madem eskiler baskıdan yanaydı, o zaman yeni devletlerin yönetim anlayışlarına bir bakalım. 11 Eylül’lerle, içeride ve dışarıda yaratılmış düşmanlarla semirtilmiş güvenlik paranoyalarını, o yeni devletlerin güvenlik için özgürlüğü takasa hazır hale getirilmiş insanlarını konuşalım.
Beyannameyi ilk imzalayanlardan olmakla övünen Türkiye’ye bakmaya hazır mıyız? Altında imzamız bulunan ‘Bütün insanlar özgür; onur ve hakları yönünden eşit doğarlar’, ‘Yaşamak, özgürlük ve kişi güvenliği herkesin hakkıdır’, ‘Hiç kimse işkenceye ya da acımasız, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza ya da muameleye uğratılamaz’ farzlarının yakın zamanlarda nasıl yutulduğunu tartışmaya hazır mıyız?
‘Bölücü’ yaftasına bile gerek duymaksızın parkta oturanın payına düşen polis şiddetini, zorbalık kılıfı için polis kılığına girilen günlere gelişimizi, ‘Kafasına sıkmak benim yasal yetkim’ cüretini insanlığın bu zafer gününde konuşacak mıyız?
Devlet kaynaklı ayrımcılıktan, yasakçılıktan söz edecek miyiz?
İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı, 1998’den beri her yıl teması ayrı bir insan hakları meselesi etrafında dönen bir konferans için buluşuyor. Bu yılın konusu ‘İnsan Hakları İhlallerinin ve Duyarlılıklarda Aşınmanın Boyutları’ydı. Bunları konuşmamak için ne kadar aşınmış olmamız gerektiğiydi temel mesele; nelerin bu süreci beslediği...
Ayrı noktalardan yola çıksak da Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’le aynı noktaya varmak tuhaf tabii. Evet, “Ölü birine insan hakkı çok fazla lazım olmuyor.”
Bildirgenin 60. seneidevriyesinde Türkiye’de hangi insan haklarından bahsedebildiğimizi bu konuda lafı olanlara sorduk...
‘İçeriye’ karşı açılan savaş
Taylan Tanay, aralarında Hayata Dönüş operasyonu, linçe maruz kalan TAYAD’lılar, Birtan Altuntaş, Hrant Dink, Ferhat Gerçek, Festus Okey’in de bulunduğu çok sayıda hak ihlali, işkence ve ölüm davasında müdahil avukat olarak bulundu. En son baktığı Engin Çeber davası türlü açılardan benzerlerinden ayrılıyor.
Engin Çeber davasını benzeri davalardan ayıran ne oldu? Avukat olarak şahsi gayretiniz mi, kamuoyu baskısı mı, delillerin üzeri örtülemeyecek kadar net olması mı?
Bu davayı diğerlerinden ayıran en önemli özellik, devlet kaynaklı şiddet pratiğinin hem devlet tarafından saklanamayacak ölçüde görünür olması hem de herkesi tehdit edecek düzeye ulaşmasıdır. Temel hakların korunmasında hiçbir hukuki ve yargısal güvencenin bulunmaması toplumun geniş kesimleri tarafından meselenin sahiplenmesini doğurdu. Bundan ötürü de devlet, benzeri davalarda gösterdiği açıktan yok sayma tavrını gösteremedi.
Adalet Bakanı’nın özrünü siz bir avukat ve de vatandaş olarak milat olarak alıyor musunuz? Yoksa bu ‘jestin’ davayı münferitleştirerek benzerlerinden ayırdığı, başka bir yöntemle de olsa üzerini kapatmaya hizmet ettiği görüşünde misiniz?
Bugün bu soruya daha kolay cevap verebilecek durumdayız. Özür, kamuoyunu etkisizleştirme ve oluşan tepkiyi sönümlendirme amacını taşıyordu. Özrün hemen sonrasında soruşturma dosyasına gelen gizlilik kararı, ardından dosyaya konulan yayın yasağı ve sorumluların özre kaynaklık eden işkence suçu ile değil kasten yaralama suçu ile tutuklanmaları, bir milatla değil rutinle karşı karşıya olduğumuzu gösterdi. Aynı Adalet Bakanlığı, soruşturma dolayısıyla açığa alınan doktorun ismini, etik soruşturma başlatmak için İstanbul Tabip Odası’nın ısrarla istemesine rağmen vermemiştir. Yine başta hukukçular ve hekimler olmak üzere kamuoyunun tekrar yükselttiği itiraz nedeniyle kasten yaralama suçundan tutuklanan gardiyanlar hakkında işkence ile adam öldürmekten dava açılması bahsettiğiniz farklılığın asıl sahibinin kim olduğunu göstermektedir. Esasında Batı yakasında değişen bir şey yok. Bakınız, davada 60 sanık bulunmasına karşın işkenceyle adam öldürme suçunu işledikleri iddia edilen bir müdür, üç gardiyan dışında diğer 56 sanık cezasızlık güvencesine alınmış durumda. İşkence suçunu işledikleri açık olan 13 polis ‘eziyet’, dört jandarma ise ‘kasten yaralama’ suçu ile yargılanıyorlar. Zamanaşımı süresi açısından daha avantajlı, daha az hapis cezasını gerektiren ve ceza alınması durumunda erteleme kapsamına alınabilecek bu suçlardan yargılanmak açık bir koruma değil mi? Bu korumanın olduğu bir yerde kim milattan söz edebilir ki!
Son zamanlarda örnekleri artan polis şiddetini besleyen ne oluyor sizce?
Devrimciler ve Kürtler başta olmak üzere politik faaliyet gösteren kimseler bu pratiğin yıllardır muhatabıydılar. Ama yeni dönem, buraya başkalarını da ekledi. Parkta oturanlar, kırmızı ışıkta geçenler, yüksek sesle konuşanlar, farklı cinsel tercihi olanlar, derilerinin rengi bizimle aynı olmayanlar... Modern devletin temel niteliklerinden olan ‘egemenliği’ yeniden formüle eden Schmitt, egemeni, normatif her türlü ölçünün, dolayısıyla da hukukun dışında, ötesinde ve öncesinde, politik birliğin dışındakilerin, istisnanın kim ve ne olacağına karar veren özne olarak tanımlar. Yine politik birliğe yönelebilecek tehditlerin sadece ‘dış’ düşmanlardan değil, ‘içeriden’ de gelebileceğini ileri sürerek, savaşın hem merkez hem de tayin edici pozisyonunu genişletir. Türkiye’deki devlet aklı, bu anlayışın hem sahibi hem de sonucudur. Ben mevcut durumu ‘içeriye’ karşı açılan savaşa bağlıyorum.
Faşizm iktidardan mikro iktidarlara sıçrayınca...
İnsan hakları teorik olarak bir hukuk meselesi, lakin iki aşamada yolumuz sosyal bilimlere çıkıyor. Birincisi, insan haklarından ne anlaşıldığı sorunsalı... Hangi iktidar tiplerinin, hangi haletiruhiyeye sahip toplumlarında hak ihlalleri daha fazla olur? Bir de sonuç kısmı var. Hak ihlallerinin çok olduğu toplumlar, kendiliğinden nasıl toplumlara dönüşür? İnsan hakları üzerine bolca yazan, çizen, düşünen, İzmir Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Melek Göregenli’ye sorduk.
“İnsan hakları, yasalarla sağlanmış haklar olmasına karşın, insanların hak, hukuk ve adalet kavramlarını nasıl algıladıklarına bağlı olarak bilinebilir, talep edilebilir ve kullanılabilir. Demokratiklik açısından daha gelişmiş toplumlarda kuşkusuz ‘haklarını bilme ve arama’ davranışı yaygındır; hukuk ve adalete güven daha yüksektir. Çünkü insanlar hak arama davranışlarının sonucunda genellikle haklarını alacaklarını bilirler.
Bizim gibi toplumlarda ise pek çok araştırmanın gösterdiği gibi hukuk ve adalete olan inançlar zayıftır; hakkın güçle ve iktidarla ilişkisi herkesin kendi hayatı ve sınıfsal olarak bulunduğu yer nedeniyle yaşadığı tecrübelerle öğrenilmiştir. Hak arama sürecinin yeni haksızlıklara uğramayla sonuçlanabileceğine ilişkin öğrenilmiş çaresizlik hali, insanları genel olarak hareketsiz kılar. Bu bireysel ve siyaseten eylemsizlik hali, hak ihlallerinin hem gerçekte hem de zihinsel temsiller açısından normalleşmesine ve giderek meşrulaşmasına yol açar.
İktidarın otoriter, hegomonik, militer, giderek faşist uygulamaları, kötülüğün sıradanlaşarak, gündelik ilişkilerde ve mikro iktidar alanlarında örneğin ailede, mahallede yaygınlaşmasına yol açar. İktidarlar, yasal ya da normatif düzeyde hak ihlallerini, haklarının farkında bile olmayan ya da haklarının şiddetle ihlal edilmesini kendi zihinlerinde meşrulaştıran ve mağdurları değersizleştiren seyirci kitleleri olmaksızın sürdüremezler.
Ayrıca bir toplumdaki genel eşitsizlik ve adaletsizlikler, farklı aidiyet grupları ve sınıfsal konumlanışlara göre oluşmuş hiyerarşik yapı da insan haklarını kimin ne kadar kullanabileceğini belirler. Örneğin eğitim konusunda sınıfsal, bölgesel vb. ne kadar eşitlik varsa, insan hakları açısından da o kadar var olabilir.
Türkiye’nin, insan hakları bakımından kâğıt üzerinde yapılan yasal düzenlemeler açısından giderek daha iyi bir yerde olduğu düşünülebilir fakat uygulamalar için aynı şeyi söylemek imkânsız. Polis kılığındaki insanların herkesin gözü önünde terör estirmeleri ve bir kadını kaçırmaları sadece ‘polis’ kılığında olmaları nedeniyle bile ‘normal’ karşılanıp sadece seyrediliyorsa iyi bir karneden söz edilebilir mi?
Çocuklar öldürülüyor, işkence yeniden yaygınlaşmaya başladı... Umutlu olduğum şey, Türkiye’de giderek güçlenen insan hakları hareketleri. İhlalleri görünür kılarak hem cezasızlıkla mücadele ediyorlar hem de hayatı hepimiz için daha dayanılır kılıyorlar.”
‘Üç kez kimliğim soruldu, o kadar’
Emma Sinclair-Webb, İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün (HRW) Türkiye üzerine çalışan araştırmacılarından. Buralarla tanışıklığı kıvrak Türkçe’sinden da anlaşılacağı üzere eskiye dayanıyor. HRW, 10 Aralık günü Türkiye üzerine yeni bir rapor yayımlamaya hazırlanırken, Sinclair-Webb’e şahsi tahlillerini sorduk.
Ne kadardır Türkiye üzerine çalışıyorsunuz? Ne kadar zamanınız buralarda geçiyor?
12 yıldır. 1998-2002 arası bitiremediğim doktora tezim için Türkiye’deydim. Sonra 2007’ye kadar Uluslararası Af Örgütü için Türkiye gözlemciliği yaptım. Daha sonra da İnsan Hakları İzleme Örgütü’ne katıldım. Bu eylülden beri burada daha uzun zaman geçirerek, Britanya-Türkiye arası mekik dokuyorum.
Bu 12 yıl içinde insan hakları ihlalleri açısından Türkiye’nin nasıl dönemlerine tanıklık ettiniz?
Bu örgüte katıldığım dönemde Türkiye’deki insan hakları savunucuları arasında gerçekten bir iyimserlik söz konusuydu. Bugün durum tekrar değişti. 2005 sonrasında yasa değiştirmenin yeterli olmadığına, kurumları değiştirmenin zaman alacağına ve Türkiye’de çabuk pes etmeyecek reform karşıtı güçler bulunduğuna dair sinyaller vardı. Şemdinli’deki kitabevinin bombalanması bir kırılma noktasıydı. Haberi Diyarbakır’da araştırma yaparken öğrendim ve sanki 90 öncesine dönmüşüz gibi hissettim. Hrant Dink’in öldürülmesi de ayrı bir kırılma noktası. Birçoğu doğrudan AKP hükümetinin çıkardığı Terörle Mücadele Yasası ve Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’yla bağlantılı başka geri adımlar zaten yaşanmıştı. Yine de 22 Temmuz seçimlerinden sonra Başbakan’ın 82 Anayasası’nı değiştireceklerini açıklaması umut vericiydi; bu tamamen bir hayal kırıklığına döndü. Son iki yılda ordunun politikaya karışmasının, AKP ve DTP için açılan kapatma davalarının da insan hakları üzerinde ciddi etkileri oldu. Polis şiddetinde de bir artış yaşandı. Bazı AB ülkelerinin Türkiye’nin üyeliğine taş koyması, burada sorunlara yol açmış olabilir ama AKP hükümetinin de temel özgürlükleri koruma ve güvenliği sağlama arasındaki dengeyi başarıyla kuramadığı da ortada. Yani aslında demokrasiden ve insan haklarından anladığında bir sorun varmış.
Gelecek için umudunuz var mı?
Mart 2009 yerel seçimlerinin reformları yine sekteye uğratacağı kesin. Gelecekten emin olmak zor. Ergenekon davası çok önemli. Sadece bu davanın görülüyor olması bile iyimserlik için gayet iyi bir sebep. Onun dışında, genel manada insan hakları üzerine çalışanların kendileri iyimser olabilmenin yollarını bulmalı, bunu yaratmalılar. Öbür türlü neyin bir anlamı kalır?
İşiniz itibarıyla genelde hükümetlerin ve hatta halkın ülkeleri hakkında duymak istemeyeceği şeyler söylüyorsunuz. Siz şahsen bir ihlalle karşılaştınız mı?
Hrant Dink öldürüleli iki yıl oluyor. Resmi tarihi sorgulayan ya da Türkiye’nin demokratikleşmesi üzerine soru soranlar hâlâ ölüm tehditleri alıyor. Sadece Kadıköy İskelesi önünde durdurulup bu yeni yasa uyarınca üç kez kimliğim sorulduf. Diğerlerine bakınca, bunun nesinden şikâyet edebilirim?
Burada geçirdiğiniz bunca zamana karşın hâlâ sizi şaşırtan, kafanızı karıştıran şeyler var mı?
Bunlar Türkiye’de çok sık yaşanan hisler. Bunun dışında Terörle Mücadele Yasası’nın sürekli değişmesi ya da 28 günlük gözaltı süresi gibi, kendi ülkemde şaşkınlık yaratacak bir sürü şey bulunduğunu söyleyebilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu yazı için yorumlarınızı ekleyebilirsiniz..