Düğünden dönüyorlardı. Yemişler, içmişler, tulumun ezgileriyle horon tepmişler, vakit tamam olunca da yola koyulmuşlardı. Karadenizin doğası ne kadar acımasız olsa da, hayat olması gerektiği gibi akıyordu. Şimdi de sırada, araçla gidemedikleri evlerine yürüyerek gitmek vardı. Gide gele ezberledikleri patikada Gökhan ve abisi Habip, konuşarak ilerliyorlardı. Ama o ne konuşulduğunun farkında bile değildi, aklı düğün yerinde kızların arasında bir çiçek gibi ışıldayan o kızda kalmıştı. Abisine çaktırmadan bir iki soru ile onun kim olduğunu öğrenmeye çalışınca, girişimi farkedilmiş ve abisinin alaylı lafları canını acıtmaya başlamıştı. Parmaklarının üzerinde daha yeni bitmeye başlayan sarı tüylü elleriyle sırtına bir yumruk indirmiş, bu hamleyi beklemeyen abisi yere kapaklanmıştı.
Gecenin sessizliğini yırtan cayırtı tam da bu anda kopmuştu. Habip düştüğü yerden kalkmaya çalışırken üzerine bir şeyin yığılmasıyla bir kere daha çamurlara karışmıştı. O gürültü, üzerindeki ağırlık ve yüzüne yayılan sıcak ıslaklık nedeniyle bir anda cehenneme düştüğünü zannetti. Fırlayan feneri el yordamıyla bulup avucunun içinde bir iki kez sarsınca, düşmenin etkisiyle sönen fener umutsuzca, sönük bir bakış gibi yandı. İnleyerek üzerindeki ağırlığı itekledi ve ayağa kalkmaya çalıştı. O anda başının üzerinden vınlayarak geçen seslerin ayırdına vardı. Üzerlerine ateş ediyorlardı. Korku ve şaşkınlık içinde, kardeşine aşağı eğilmesi için seslendi. Fenerin cılız ışığı ile ellerine bulaşan ıslaklığa bakmasıyla, yerde yatan şeyin aslında kardeşinin bedeni olduğunu aynı anda fark etti. Herhangi bir tepki vermeyen kardeşinin ölmüş olduğunu anlaması çok uzun sürmedi. Büzüldüğü yerde boğazına düğümlenen hıçkırıklara engel olamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Sakinleştiğinde kurşunlar hala başının üzerinden vınlayarak geçiyorlardı. Nasıl olduğunu anlamadan bir anda zihnindeki tüm bulanıklık ve ümitsizlik yerini soğukkanlılığa bıraktı. Ne yaptığını biliyormuşçasına cep telefonundan babasını aradı ve birilerinin üzerlerine ateş açmakta olduğunu ve kardeşinin öldüğünü söyledi. Az sonra cep telefonundan geri arayan birileri ona çeşitli sorular sormaya başladı. Ağlayarak yanıtladı soruları. Aslında küfretmek, bağırıp çağırmak geliyordu içinden ama telefondaki ses o kadar kararlı ve buyurgandı ki, itiraz edip diklenecek gücü bulamadı kendinde. Ellerindeki kan ve çamuru yüzüne bulaştırarak için için ağlamaya başladı. Seslerin kesildiğini, kardeşinin cansız bedeniyle başbaşa kaldığını fark etmesi için epey bir zaman geçmesi gerekti. Kardeşiyle konuştukları geldi aklına. "Zeliha'ydı o kızın adı" diye mırıldanarak usulca kanlı saçlarını okşadı kardeşinin. Onun duygularıyla dalga geçtiği için duyduğu pişmanlık yeni bir ağlama dalgasını yukarı doğru çıkarırken telefonu çaldı. Telefonu gözyaşlarıyla açtı. Babasıydı arayan, yakınlara gelmişler onu arıyorlardı. Feneri ile son bir gayret, işaret verdi gelenlere doğru.
Babası doğruca yerde yatan Gökhan'a doğru yürüdü. Yüzündeki inanamamazlık ve müthiş çaresizlik gecenin karanlığında bile fark ediliyordu. Usulca dokundu oğlunun cansız bedenine. İki asker, "savcı bey gelene kadar hiçbirşeyi elleme" diye sertçe uyardılar onu. Sonra Habip'e döndü ve sıkıca sarıldı ona. Her ikisi de sessizce ağlıyorlardı.
Bu hikayeyi, önceki gün radyodan duyup dün ve bugün gazetelerden detaylarını okuduğum bir haber üzerine yazdım. Aslında çocukların babasını, annesini, ateş edenleri, komutanlarını ve kendilerine pusu kurulan PKK'lıları da yazmak isterdim ama gücüm bu kadarına yetti. İçimden ağlamak geliyor, yazarken ağladığım gibi. Gökhan'ın yerine, Habip'in yerine, anne babaları yerine, mermileri yağdıranlar, emri verenler ve pusudan yırtanlar yerine kendimi koyuyorum. Dehşet, bütün benliğimi kaplıyor. Ölmek-öldürmek...
Bu haberle ilgili daha önce yapılan yayınlar Radikal gazetesi arşivinden kaldırılmış! Sadece bugünkü haber var. Diğer gazetelerde neler var diye incelediğimde sadece vurulan çocuğun toprağa verilmesiyle ilgili haberler görünüyor. Ve hepsi sözleşmiş gibi, askeri yetkililerin bir ağızdan söyledikleri "önce 'dur' ihtarı, sonra uyarı ateşi, ardından yaylım ateşi" teranesini tekrarlıyorlar. Halbuki çocuk ısrarla hiçbir uyarı olmadan ateş etmeye başladıklarını söylüyor. Önceki günlerde Habip'in söyledikleri öne çıkarken artık bu cılız ve itibar edilmeyen bir ses olmuş durumda. Zaten nasıl ispatlayabilir ki?
Her neyse, benim aklıma takılan ise öldürme hakkı.
Herhangi bir kişinin ya da otoritenin bir kişiyi öldürme hakkı var mıdır?
Tabii ki vardır. Bakın yurdum insanına.... Düğünde aşka gelen, evde karısına kızan, namusuna halel gelen, trafikte tepesi atan, parasını alamayan, bozuk mal satın alan.... herkes birilerini öldürebiliyor. Ama bu hakkın kullanımını kısıtlıyor birileri. "Yapamazsın, yasak, cezası var" diyor. Cezayı göze alan, bu hakkı serbestçe kullanıyor.
Devletin vatandaşını öldürme hakkı var mıdır?
Tabii ki vardır. Şahısların böyle bir hakkı varsa, devletin nasıl olmaz? Milliyetçi bir bakışla, savaş durumlarında böyle bir haktan söz edilebilir. İdam cezası da bir "öldürme hakkı" uygulanması değil midir? Bu iki durumda da birilerini öldürenler yaptırımla karşılaşmıyorlar ve öldürme eylemi onanıyor. Ama Otorite, bunu kendi iradesi dışında yapanları cezalandırıyor. Yani birilerini öldürmek, ya da öldürmek demeyelim, daha doğru bir deyimle öldürme hakkı sadece otoritenin kontrolü altında. O zaman devletin -egemen otorite olduğuna göre- herkesi öldürebileceği sonucunu çıkarabiliriz. Hukukçu değilim, ama bunlarla ilgili yasal düzenlemelerin var olduğunu biliyorum.
Gökhan, devletin öldürme hakkını kullanmasıyla, öldü. Bu hakkın yanlış kullanımını örtbas etmek için Gökhan terörist bile ilan edilebilir, aslında abisinin ve babasının bile bilmediği örgüt bağlantıları bir anda açıklanabilir.. Daha önce öldürme hakkı kullanılarak öldürülen 12 yaşındaki "Uğur Kaymaz" da terörist değil miydi "netekim".
İnsanların ölüm orucuna yatıp kendi iradeleriyle ölmelerini bile yasaklayıp "hayır ölemezsin" derken, öldürme iradesi benimdir, bu hakkı istediğim gibi kullanırım diyen bir devlet olur mu? Uluslararası ve ulusal hukuk ve etik belgelerde insan hayatının kutsallığından bahsedilirken bu öldürme hakkı da neyin nesi oluyor? Neden birileri yanlışlıkla Gökhan'ı, 12 yaşından daha büyük göründüğü için Uğur'u öldürüyor? Devletin o günkü egemen ideolojisi paralelinde düşünmedikleri için asılan onca devrimci insan, Deniz, Hüseyin, Yusuf... Asabilmek için yaşı büyütülen Erdal Eren..
"Bu memleket kendi başbakanını bile astı be, sen ne diyorsun" da diyebilirsiniz...
Devlet adına insan avına çıkılmasın, devlet adına birileri öldürme hakkını kullanamasın. Devlet, öldürme hakkından vazgeçsin, bunu kullanmak isteyenleri denetlesin, soruştursun. Öldürmek hiç kimse ya da hiç bir otorite için sorgulanamaz olmasın.
Benim derdim, bedenini delen kurşunları yediğinde Gökhan'ın neler hissettiği..
Gözlerinizi kapayın...
Karanlıkta yürüyün...
Kahpe kurşunların bedeninizi deldiğini hissetmeye çalışın....
Gecenin sessizliğini yırtan cayırtı tam da bu anda kopmuştu. Habip düştüğü yerden kalkmaya çalışırken üzerine bir şeyin yığılmasıyla bir kere daha çamurlara karışmıştı. O gürültü, üzerindeki ağırlık ve yüzüne yayılan sıcak ıslaklık nedeniyle bir anda cehenneme düştüğünü zannetti. Fırlayan feneri el yordamıyla bulup avucunun içinde bir iki kez sarsınca, düşmenin etkisiyle sönen fener umutsuzca, sönük bir bakış gibi yandı. İnleyerek üzerindeki ağırlığı itekledi ve ayağa kalkmaya çalıştı. O anda başının üzerinden vınlayarak geçen seslerin ayırdına vardı. Üzerlerine ateş ediyorlardı. Korku ve şaşkınlık içinde, kardeşine aşağı eğilmesi için seslendi. Fenerin cılız ışığı ile ellerine bulaşan ıslaklığa bakmasıyla, yerde yatan şeyin aslında kardeşinin bedeni olduğunu aynı anda fark etti. Herhangi bir tepki vermeyen kardeşinin ölmüş olduğunu anlaması çok uzun sürmedi. Büzüldüğü yerde boğazına düğümlenen hıçkırıklara engel olamayarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Sakinleştiğinde kurşunlar hala başının üzerinden vınlayarak geçiyorlardı. Nasıl olduğunu anlamadan bir anda zihnindeki tüm bulanıklık ve ümitsizlik yerini soğukkanlılığa bıraktı. Ne yaptığını biliyormuşçasına cep telefonundan babasını aradı ve birilerinin üzerlerine ateş açmakta olduğunu ve kardeşinin öldüğünü söyledi. Az sonra cep telefonundan geri arayan birileri ona çeşitli sorular sormaya başladı. Ağlayarak yanıtladı soruları. Aslında küfretmek, bağırıp çağırmak geliyordu içinden ama telefondaki ses o kadar kararlı ve buyurgandı ki, itiraz edip diklenecek gücü bulamadı kendinde. Ellerindeki kan ve çamuru yüzüne bulaştırarak için için ağlamaya başladı. Seslerin kesildiğini, kardeşinin cansız bedeniyle başbaşa kaldığını fark etmesi için epey bir zaman geçmesi gerekti. Kardeşiyle konuştukları geldi aklına. "Zeliha'ydı o kızın adı" diye mırıldanarak usulca kanlı saçlarını okşadı kardeşinin. Onun duygularıyla dalga geçtiği için duyduğu pişmanlık yeni bir ağlama dalgasını yukarı doğru çıkarırken telefonu çaldı. Telefonu gözyaşlarıyla açtı. Babasıydı arayan, yakınlara gelmişler onu arıyorlardı. Feneri ile son bir gayret, işaret verdi gelenlere doğru.
Babası doğruca yerde yatan Gökhan'a doğru yürüdü. Yüzündeki inanamamazlık ve müthiş çaresizlik gecenin karanlığında bile fark ediliyordu. Usulca dokundu oğlunun cansız bedenine. İki asker, "savcı bey gelene kadar hiçbirşeyi elleme" diye sertçe uyardılar onu. Sonra Habip'e döndü ve sıkıca sarıldı ona. Her ikisi de sessizce ağlıyorlardı.
Bu hikayeyi, önceki gün radyodan duyup dün ve bugün gazetelerden detaylarını okuduğum bir haber üzerine yazdım. Aslında çocukların babasını, annesini, ateş edenleri, komutanlarını ve kendilerine pusu kurulan PKK'lıları da yazmak isterdim ama gücüm bu kadarına yetti. İçimden ağlamak geliyor, yazarken ağladığım gibi. Gökhan'ın yerine, Habip'in yerine, anne babaları yerine, mermileri yağdıranlar, emri verenler ve pusudan yırtanlar yerine kendimi koyuyorum. Dehşet, bütün benliğimi kaplıyor. Ölmek-öldürmek...
Bu haberle ilgili daha önce yapılan yayınlar Radikal gazetesi arşivinden kaldırılmış! Sadece bugünkü haber var. Diğer gazetelerde neler var diye incelediğimde sadece vurulan çocuğun toprağa verilmesiyle ilgili haberler görünüyor. Ve hepsi sözleşmiş gibi, askeri yetkililerin bir ağızdan söyledikleri "önce 'dur' ihtarı, sonra uyarı ateşi, ardından yaylım ateşi" teranesini tekrarlıyorlar. Halbuki çocuk ısrarla hiçbir uyarı olmadan ateş etmeye başladıklarını söylüyor. Önceki günlerde Habip'in söyledikleri öne çıkarken artık bu cılız ve itibar edilmeyen bir ses olmuş durumda. Zaten nasıl ispatlayabilir ki?
Her neyse, benim aklıma takılan ise öldürme hakkı.
Herhangi bir kişinin ya da otoritenin bir kişiyi öldürme hakkı var mıdır?
Tabii ki vardır. Bakın yurdum insanına.... Düğünde aşka gelen, evde karısına kızan, namusuna halel gelen, trafikte tepesi atan, parasını alamayan, bozuk mal satın alan.... herkes birilerini öldürebiliyor. Ama bu hakkın kullanımını kısıtlıyor birileri. "Yapamazsın, yasak, cezası var" diyor. Cezayı göze alan, bu hakkı serbestçe kullanıyor.
Devletin vatandaşını öldürme hakkı var mıdır?
Tabii ki vardır. Şahısların böyle bir hakkı varsa, devletin nasıl olmaz? Milliyetçi bir bakışla, savaş durumlarında böyle bir haktan söz edilebilir. İdam cezası da bir "öldürme hakkı" uygulanması değil midir? Bu iki durumda da birilerini öldürenler yaptırımla karşılaşmıyorlar ve öldürme eylemi onanıyor. Ama Otorite, bunu kendi iradesi dışında yapanları cezalandırıyor. Yani birilerini öldürmek, ya da öldürmek demeyelim, daha doğru bir deyimle öldürme hakkı sadece otoritenin kontrolü altında. O zaman devletin -egemen otorite olduğuna göre- herkesi öldürebileceği sonucunu çıkarabiliriz. Hukukçu değilim, ama bunlarla ilgili yasal düzenlemelerin var olduğunu biliyorum.
Gökhan, devletin öldürme hakkını kullanmasıyla, öldü. Bu hakkın yanlış kullanımını örtbas etmek için Gökhan terörist bile ilan edilebilir, aslında abisinin ve babasının bile bilmediği örgüt bağlantıları bir anda açıklanabilir.. Daha önce öldürme hakkı kullanılarak öldürülen 12 yaşındaki "Uğur Kaymaz" da terörist değil miydi "netekim".
İnsanların ölüm orucuna yatıp kendi iradeleriyle ölmelerini bile yasaklayıp "hayır ölemezsin" derken, öldürme iradesi benimdir, bu hakkı istediğim gibi kullanırım diyen bir devlet olur mu? Uluslararası ve ulusal hukuk ve etik belgelerde insan hayatının kutsallığından bahsedilirken bu öldürme hakkı da neyin nesi oluyor? Neden birileri yanlışlıkla Gökhan'ı, 12 yaşından daha büyük göründüğü için Uğur'u öldürüyor? Devletin o günkü egemen ideolojisi paralelinde düşünmedikleri için asılan onca devrimci insan, Deniz, Hüseyin, Yusuf... Asabilmek için yaşı büyütülen Erdal Eren..
"Bu memleket kendi başbakanını bile astı be, sen ne diyorsun" da diyebilirsiniz...
Devlet adına insan avına çıkılmasın, devlet adına birileri öldürme hakkını kullanamasın. Devlet, öldürme hakkından vazgeçsin, bunu kullanmak isteyenleri denetlesin, soruştursun. Öldürmek hiç kimse ya da hiç bir otorite için sorgulanamaz olmasın.
Benim derdim, bedenini delen kurşunları yediğinde Gökhan'ın neler hissettiği..
Gözlerinizi kapayın...
Karanlıkta yürüyün...
Kahpe kurşunların bedeninizi deldiğini hissetmeye çalışın....
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu yazı için yorumlarınızı ekleyebilirsiniz..