İşte Ellerim :)

İşte Ellerim :)
Parmak boyası ve dayanılmaz keyfi

Geçmiş Zaman Olur ki...

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Helalleşmiyorum!

Seçimden sonra "Hellalleşelim" çağrısı...
Başbakan RTE'nin son seçimlerin ardından "gelin helalleşelim" çağrısı kimi çevrelerde olumlu yankı bulurken, geçmişte yaşanan acıların açtığı yaraları hala iyileşmemiş olanlardan ise itirazlar yükseldi. Malum, Türk milleti için "vatan" kavramı akan suların durmasına yol açıyor. Kimin kimden daha vatanperver olduğunu ölçmenin bir yolu olmadığından, o günlerde yönetim erkini elinde bulunduranların tanımladıkları vatanperverlik, geçerli tanım olup diğerleri üzerinde ağır bir baskı unsuru oluveriyor. 1930'ların, 50'lerin, 70'lerin, 80'lerin ve 2000'lerin milliyetçilik kavramları hep o gün iktidarda olan siyasi gücün etkisiyle şekilleniyor. Cumhuriyetin kurulduğu yıllarla şimdiki kavramlar öyle yer değiştirmiş durumda ki, kimileri kalkıp "eğer Atatürk şimdi yaşasaydı bizim partiye oy verirdi" diyebiliyor, Atatürkçülüğü "son çıkış" olarak görenler birer birer cezaevlerine tıkılabiliyor. Tabii, herkesin Atatürkçülüğü de kendine göre....


Her on yılda bir yaşanması "gelenek" haline gelip herkesin neredeyse kanıksadığı askeri darbeler ve darbelerin yarattığı şiddet ortamı, binlerce şiddet mağduru insan yaratmıştır. Aşılan her dönemin faturası yüzlerce faili meçhul cinayet ve binlerce işkence olayıdır.


Savaş, darbe, çatışma vb. durumların yarattığı mağdurların sağaltmanın bir ayağı da ruhsal destektir. Farklı nedenlerle başkalarından gizlenen bu travmatik yaşantılar, insanın ruhunda bir çıban gibi ömrünün sonuna kadar onunla birlikte yaşar gider, içini kemirir durur. Fiziksel yaraları iyileşse bile ruhsal acıyı ölene dek taşırlar.

Ruhsal iyileşmenin birçok farklı yönü vardır. Ruhsal destek, bir utanç kaynağı olmadığının kabulü ile yaşananların paylaşılması, iş sahibi olmak, ve travmayı yaratan/uygulayanların yargılanıp cezalandırılması, mağdurlardan özür dilenmesi.... gibi gibi...

RTE'nin helalleşme çağrısı, geçmişin unutularak yeni beyaz sayfalar açılması adına olumlu gibi görünse de, geçmişi unutabilmeyi başaramayanlar, başaramayacak olanlar için ise tam bir hayal kırıklığıdır. Bu insanların ihtiyacı olan helalleşme değil, onlara bu acıyı çektirenlerin ortaya çıkarılarak cezalandırılmaları ve en azından küçük de olsa bir özür dilenmesidir. Bırakın helalleşeceklerse, bu onların tercihi olsun. 

Başbakan RTE geçmişi helalleşmeyi önererek binlerce insanın bir "bedel" ödeyerek yaşadığı  her şeyi örtmeye çalışmaktadır. Bu davranış, "bakın, bizim iktidarımızdan önceki suçları örtbas ettik, üzerine gitmedik (Demirel'in deyimiyle "devr-i sabık yaratmadık); bundan sonra olacaklar için de siz bize aynısını yapma onayı verin" demektir.  

Sayın Başbakan, affetmek yetkisi mağdurlarındır. Bence onlara sormalısınız "geçmişi unutmaya var mısınız?" diye. Yoksa yürütme erkinin en tepesinden "öyle" buyurmanız, sizi de geçmişte yaşananların sorumlularından birisi yapar! Sizin göreviniz suçları örtbas etmeye aracılık etmek değil, suçluların bulunup adaletin sağlanmasını sağlamaktır.


1993'te yaşanan  Sivas Katliamı,  sanıkların ve avukatlarının birer "makbul kişi" olmaları, "Deniz Feneri davası", bu konuların medyada "izin verildiği" ölçüde kaşınıp durması, açılım ve demokratikleşme hamleleri ile yol almaya çalışan AKP hükümetini diğer tüm iç politika sorunlarından daha fazla sıkıştırmaktadır. Çünkü diğer tüm sorunlar için üretebileceği mazeretler, kötü giden durumlar için suçlayabileceği sorumlular bulunabilmektedir. Ama dincilik ekseninde yaşananlar için tek adres (RP de siyasi sahnede iyice geriye düştüğüne göre) AKP'dir.  

Helalleşme çağrısına itiraz edenlerden birisi de, Gazeteci "Elif Dumanlı". Madımak cehenneminden sağ kurtulabilenlerden. 1993'te 21 yaşındaymış.  Başbakanın çağrısına "helalleşmiyorum" diyerek yanıt veriyor. Türkiye'de bir Alevi çocuk olarak büyümeyi anlatarak yaşadıklarına bizim bakışımızdan farklı bir yorum getiriyor. "Öteki" olmanın ne demek olduğunu anlamak hiç bu kadar kolay olmamıştır. Lütfen okuyunuz...

Elif Dumanlı


HELALLEŞMİYORUM

Bitmedi. Gün bitti ama cam kırıklarının sesleri bitmedi. Çatıdaki kiremitler bitmedi. Ve o adamların öfkeleri bitmedi. Sebep Alevi olmamız. Türk, Sünni, erkek olmayanların çilesi bitmiyor bu topraklarda. 

Benim Alevi çilem, sübhanekeyle başladı ortaokul 1’de. İlk duaydı. Ezberlemem gerekiyordu. Daha önce hiç dua duymamıştım. “Bana sübhanekeyi öğretir misin?” diye sorduğum herkes gülerek, muzipçe öğretti. Sübhaneke sümbül teke, anan eke, baban teke… Dahası da vardır da ben hatırlamıyorum. Ama hatırladıklarım var. Dua sırası bana geldiğinde din hocasının yüzü, gözlerindeki öfke. Dinmedi onun da öfkesi, Madımak Oteli’nin çatısındaki adamlarınki gibi. Yıllarca ikmale kaldım. Yazın on beşer günlerimi ayırdım dualara. Din hocasına öfkelenemedim, şaşkınlığımdan. Anlayamadı çocuk aklım öfkesini. Anlamlandıramadım. Ben de öfkelendim. Ohh, en sonunda din hocasına öfkelendi, diye geçirmeyin içinizden, bizimkilere öfkelendim. Sebep mi? Kaldıramadı çocuk dünyam bir öğretmenin öfkesini ve yıllarca bitmeyen uğraşısını. Sıradan olmak istedim. Alevi oldukları için kızdım. Sünni olunabilir sanıyordum. Camiye gideceğim diye de tutturmuştum. Aldırış eden olmadı. Sübhanekeyi, oyun sanıp da öğretenlere de öfkelendim. Onlar için zararsız sıradan bir şakaydı belki ama benim hayatımın akışını bozmuştu.



Açlığın mezhebi

Gizli gizli, yan mahalledeki camiyi incelemeye başladım. Gidip adımımı atsam, ben geldim, Sünni olmaya karar verdim desem alırlar mıydı acaba diye düşündüm. Oranın bana yasak olduğunu nasıl öğrenmiştim ta o yaşlarda. Kimse bana yasak falan dememişti halbuki. Gizli gizli incelediğim günlerde, camiye yakın bir yere, bir araba duruyordu. Ellerinde tencereleriyle sıraya girenler yiyecek alıp dönüyorlardı. Arabayı ve tencereli insanları keşfettiğim günler, açlığı keşfettiğim günlere denk geliyordu. Annem uzunca bir dönem hastanede yatmıştı. Babam ise asiliğinden dolayı ikide bir de girdiği işlerden kovuluyordu. Ebemin gönderdiği düğürcekten (ince bulgur) düğür çorbası yapıyorduk. Düğür çorbası da bitmedi. Bitmeyen düğür çorbası yüzünden yediğim çimdikler de acı olarak kaldı ruhumda. Rahmetli anam, misafir geldiğinde abim ile beni böğrüne oturtur, misafir yemeden düğür çorbasını yemememiz için bizi çimdiklerdi. Biz elimize tencere alıp giremedik hiçbir zaman o arabanın arkasındaki sıraya. Açlığın mezhebi olduğunu da böylece öğrendim.

Büyüdüm. Deniz’in parkasının arkasındaki gözlerine bakarak. Devrimi öğrenmiştim. Açlığın ve eşitsizliğin olmadığı bir dünyanın mümkün olduğuna inandım. İnanıyorum da. Çocukluğumu yaşamasam da, ev işlerinde çalışmasam da nasıl da umut doluydum. Devrim, elimi uzattığımda tutabileceğim uzaklıktaydı. Devrime hazırlanmak için gece gündüz kitap okumalar, mahalledeki küçük komünümle hayat üzerine tartışmalar...

O oteldeydim

2 Temmuz. Bıçakmış. Hayatımı böldü. Ve hayatım boyunca diğer 2 Temmuz’lar. Hep aynı soru: “Eee, sen de mi oteldeydin?” Eee, uzatma hadi anlat o günü, repliği. Aksiyonel bir olay anlatamam. Belki bir gün. Ama taşımaktan yorulduğum ağırlıklardan bahsedebilirim. Ölmemenin ağırlığı. Yanmış ten kokusunun ağırlığı. Direnmemenin ağırlığı… Tabii benimle birlikte yüzleşmeye hazırsanız.

1 Numaralı sanık: Cafer Erçakmak
Uzun yıllar Amerika’da travma üzerine çalışan terapist yaşadığım travmalarla sosyal hayatımı nasıl idame ettiğimi sordu. Literatürlükmüşüm. Girdim de literatürlerine. Sosyalisttim, dedim. Kişiliğime yapılmış bir şey olmadığını, sistemin değiştirilmesi için mücadele verilmesi gerektiğini söyledim. O uzunca bir süre sosyalist düşüncenin travmaya etkisi anlayamadı. Dilim döndüğünce anlattım. O da, travmanın günlük hayattaki etkilerini anlattı. Unutmak için bastırmaktan dolayı hafızamda oluşan boşluklar, o anı yaşayışıma inanmadığım için benim dışında bir benliğe doğru kayışım, ağlayamamam, acımı hissedememem, katılıklarım, nedensiz öfkelerim… Hayatımı sarmış travmam. Beni ayakta tutan tek şey ideolojim olmuş.

Tek istediğim ağlamaktı. Ağıt bile yakamadım. Devrimden sonraya bırakmıştım her şeyi, tipik solcular gibi. Yalan yanlış dikmişsin yaralarını, dedi. Dikişlerimi söküp, yaramı kanatacaktım. Alabildiğince. Yüzleşecektim. Sonra da yaramı düzgünce dikecek ve zamanın merhemini sürecektim.

Asaf Koçak
Alevilerin yüzleşmesi

Eğri büğrü diktiğim dikişleri tek tek sökmeye başladım. Kanayacaktı yaram. Yüzleşecek, tüm irinlerimi akıtacak ve sonrasında da düzgünce dikecektim. Sökmeye başladım. Gözlerimden düşen ilk damlanın seyrine takılmışken gözlerim Özgür Gündem’in manşetine takıldı. Dağ bayır çocuklarının kemiklerini arayan, bulduğu her kemiğe sarılan analar. Ölüm eşiğindeki tutsaklar… Utandım. Kendi acılarıma ağlamayı ucuz ve züppece buldum. 

Anladım ki, yüzleşmek sistemle ilgili. Sadece benim yüzleşmemle olabilecek bir şey değil. Sadece kendi acıma gömülmekle olacak iş, hiç değil. Biz Aleviler, yüzleşmedikçe, yanı başımızda yüzleşenlere yüzümü dönmedikçe bu yara kapanmaz. Kapanmadığı gibi, balkon konuşmalarından medet umar, devletin düzenlediği çalıştaylara umut bağlarız. 

Ben de 18 yıldır hangi sebeple bilemiyorum Metin Altıok’un kızı Zeynep gibi adım atamadım Sivas’a. Katillerimizle isimlerimizin yazıldığı o plaketi sökmek için gideceğim ama. Zeynep, bir nefeslik uzaklıktayım.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu yazı için yorumlarınızı ekleyebilirsiniz..