» Bir yazınızda, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’nın yenilmesinin ardından iki soruyla karşı karşıya kalındığını, bunlardan birincisinin Osmanlı devletinin toprak ve egemenlik hakkının ne olacağı sorusu, diğerinin ise İttihat ve Terakkinin kendi vatandaşlarına karşı işlediği cinayetler sorunu olduğunu ve bu ikinci sorunun unutturulduğunu söylüyorsunuz. Bu konuyu biraz açabilir misiniz lütfen?
- 1918 ile birlikte Osmanlı savaştan yenik çıktıktan sonra Paris’te barış görüşmeleri başladı. Bu görüşmelerde, Osmanlılarla ilgili iki merkezi soru vardı. Birinci soru, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğü korunacak mıydı? Bu konuda iki farklı görüş vardı: Birincisi, Türk milliyetçi hareketi ve hatta İstanbul hükümetince de savunulan görüştü. Buna göre, Osmanlı’dan kalan, henüz işgal edilmemiş topraklara dokunulmamalıydı. 1918 Mondros Ateşkes Anlaşması ile birlikte sınırlar nerede çizilmişse, bu sınırlar Osmanlı devletinin, O zaman Türkiye Cumhuriyeti devleti diye bir fikir yoktu, yeni sınırları olarak tanınmalıydı. Daha sonra bizim Misak-ı Milli diye savunduğumuz politika idi ve bu konuda İstanbul hükümeti ile Ankara hükümeti arasında çok büyük farklılıklar yoktu. İkinci görüş ise, kazanan galip devletlerin görüşü idi. Onlar Anadolu’yu hem kendi aralarında, hem de diğer ulus grupları arasında paylaştırmak istiyorlardı. Rumlar, Kürtler ve Ermeniler hepsi Anadolu toprakları üzerinde kendi devletlerini kurmak istiyordu. Yani, birinci soru şuydu: Osmanlı’dan kalan topraklar paylaşılsın mı; eğer paylaşılacaksa kim nereyi alsın? İkinci soru, savaş sırasında işlenen suçların ne olacağı idi? Bir sürü cinayet işlenmişti. İngiltere ve Fransa Amerika’yı savaşa sokmak için Osmanlıların işledikleri bu cinayetleri kullanmışlar ve Osmanlı yöneticilerini cezalandıracaklarını tüm dünyaya ilan etmişlerdi. Toynbee’nin Mavi Kitap’ı, Morgenthau’nun anıları, tüm bunlar o dönemde Amerika’yı savaşa sokmak için de yayınlanmışlardı. Tüm bir savaş boyunca, Osmanlı’nın kendi tebasına karşı işlediği cinayetleri durdurmak, barbar Türklerin cinayetlerine engel olmak motifi çok sık kullanılmıştı. Beyrut’ta ve Şam’da Araplar asılmış, Ermeniler, Süryaniler öldürülmüş, Rumlar sürülmüş, öldürülmüş vb. vb.. Paris’deki soru şuydu: İşlenen bu suçlar nedeniyle Osmanlı nasıl cezalandırılmalıdır? Bu suçları işleyenlere ne yapılacak? Bu konuda da değişik fikirler vardı.
» Nedir bu fikirler?
- Ankara’daki milliyetçi hükümetin fikri şuydu: ‘bu cinayetler işlenmiştir, cinayetleri işleyenler yargılansın fakat bunlar üç beş kişidir, ittihatçıdır; bunun dışında tüm bir Türk milletinin cezalandırılması kabul edilemez’. Buna karşı İngilizler başta olmak üzere galip devletler cezalandırma sadece üç dört ittihatçı ile sınırlı tutulamaz diyorlardı. Daha geniş bir kesimin yargılanmasını istiyorlardı. Bireysel cezalandırmadan daha önemli olarak, ayrıca, Türklerin ulus olarak cezalandırılmasını da istiyorlardı. Bu ulus olarak cezalandırma da, Anadolu’nun kalan topraklarını diğer uluslarla paylaşmak biçiminde olmalıydı. İşin püf noktası da burası zaten. 1919 Nisan ayında, İstanbul Yüksek Komiseri Webb denen bir zat, Paris Barış görüşmelerine yazdığı mektupta bu durumu açıkça dile getirdi. “Türklerin iki türlü cezalandırılmasını uygun buluyorum” dedi. Birincisi, bireysel olarak bu suçu işlemiş olanların yargılanarak Türklere bir ders verilmesidir. İkincisi de, Türkleri bir daha bu cinayetleri işleyemeyecek derecede küçük bir devlet haline sokalım’. Yani, Anadolu topraklarının parçalanması, emperyalist bir politikanın gereği değil, insanlık suçu işlemiş Türklerin cezalandırılmasının bir biçimi olarak gündeme getirildi ve uygulandı. O zaman Ankara’da Mustafa Kemal de, İstanbul hükümeti de diyorlardı ki; ‘gelin suçluları cezalandıralım, fakat bunu Anadolu’nun parçalanması biçiminde yapmayalım...’ Altını çizmek gerek. O dönemde herkes cinayetlerin işlendiğini kabul ediyor; herkes suç işlemiş olanların cezalandırılmasını savunuyor. Fakat Ankara ve İstanbul cezalandırılmanın Anadolu’nun parçalanması biçiminde olmasına karşı çıkıyorlar. Ankara, bir taraftan cezalandırmayı savunurken, bir taraftan da Misak-ı Milliyi korumak için savaşıyor.
- 1918 ile birlikte Osmanlı savaştan yenik çıktıktan sonra Paris’te barış görüşmeleri başladı. Bu görüşmelerde, Osmanlılarla ilgili iki merkezi soru vardı. Birinci soru, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğü korunacak mıydı? Bu konuda iki farklı görüş vardı: Birincisi, Türk milliyetçi hareketi ve hatta İstanbul hükümetince de savunulan görüştü. Buna göre, Osmanlı’dan kalan, henüz işgal edilmemiş topraklara dokunulmamalıydı. 1918 Mondros Ateşkes Anlaşması ile birlikte sınırlar nerede çizilmişse, bu sınırlar Osmanlı devletinin, O zaman Türkiye Cumhuriyeti devleti diye bir fikir yoktu, yeni sınırları olarak tanınmalıydı. Daha sonra bizim Misak-ı Milli diye savunduğumuz politika idi ve bu konuda İstanbul hükümeti ile Ankara hükümeti arasında çok büyük farklılıklar yoktu. İkinci görüş ise, kazanan galip devletlerin görüşü idi. Onlar Anadolu’yu hem kendi aralarında, hem de diğer ulus grupları arasında paylaştırmak istiyorlardı. Rumlar, Kürtler ve Ermeniler hepsi Anadolu toprakları üzerinde kendi devletlerini kurmak istiyordu. Yani, birinci soru şuydu: Osmanlı’dan kalan topraklar paylaşılsın mı; eğer paylaşılacaksa kim nereyi alsın? İkinci soru, savaş sırasında işlenen suçların ne olacağı idi? Bir sürü cinayet işlenmişti. İngiltere ve Fransa Amerika’yı savaşa sokmak için Osmanlıların işledikleri bu cinayetleri kullanmışlar ve Osmanlı yöneticilerini cezalandıracaklarını tüm dünyaya ilan etmişlerdi. Toynbee’nin Mavi Kitap’ı, Morgenthau’nun anıları, tüm bunlar o dönemde Amerika’yı savaşa sokmak için de yayınlanmışlardı. Tüm bir savaş boyunca, Osmanlı’nın kendi tebasına karşı işlediği cinayetleri durdurmak, barbar Türklerin cinayetlerine engel olmak motifi çok sık kullanılmıştı. Beyrut’ta ve Şam’da Araplar asılmış, Ermeniler, Süryaniler öldürülmüş, Rumlar sürülmüş, öldürülmüş vb. vb.. Paris’deki soru şuydu: İşlenen bu suçlar nedeniyle Osmanlı nasıl cezalandırılmalıdır? Bu suçları işleyenlere ne yapılacak? Bu konuda da değişik fikirler vardı.
» Nedir bu fikirler?
- Ankara’daki milliyetçi hükümetin fikri şuydu: ‘bu cinayetler işlenmiştir, cinayetleri işleyenler yargılansın fakat bunlar üç beş kişidir, ittihatçıdır; bunun dışında tüm bir Türk milletinin cezalandırılması kabul edilemez’. Buna karşı İngilizler başta olmak üzere galip devletler cezalandırma sadece üç dört ittihatçı ile sınırlı tutulamaz diyorlardı. Daha geniş bir kesimin yargılanmasını istiyorlardı. Bireysel cezalandırmadan daha önemli olarak, ayrıca, Türklerin ulus olarak cezalandırılmasını da istiyorlardı. Bu ulus olarak cezalandırma da, Anadolu’nun kalan topraklarını diğer uluslarla paylaşmak biçiminde olmalıydı. İşin püf noktası da burası zaten. 1919 Nisan ayında, İstanbul Yüksek Komiseri Webb denen bir zat, Paris Barış görüşmelerine yazdığı mektupta bu durumu açıkça dile getirdi. “Türklerin iki türlü cezalandırılmasını uygun buluyorum” dedi. Birincisi, bireysel olarak bu suçu işlemiş olanların yargılanarak Türklere bir ders verilmesidir. İkincisi de, Türkleri bir daha bu cinayetleri işleyemeyecek derecede küçük bir devlet haline sokalım’. Yani, Anadolu topraklarının parçalanması, emperyalist bir politikanın gereği değil, insanlık suçu işlemiş Türklerin cezalandırılmasının bir biçimi olarak gündeme getirildi ve uygulandı. O zaman Ankara’da Mustafa Kemal de, İstanbul hükümeti de diyorlardı ki; ‘gelin suçluları cezalandıralım, fakat bunu Anadolu’nun parçalanması biçiminde yapmayalım...’ Altını çizmek gerek. O dönemde herkes cinayetlerin işlendiğini kabul ediyor; herkes suç işlemiş olanların cezalandırılmasını savunuyor. Fakat Ankara ve İstanbul cezalandırılmanın Anadolu’nun parçalanması biçiminde olmasına karşı çıkıyorlar. Ankara, bir taraftan cezalandırmayı savunurken, bir taraftan da Misak-ı Milliyi korumak için savaşıyor.
Ve İstanbul’da bu sırada çok önemli bir şey oldu. Osmanlı Hükümeti tarafından, Ermenilerin öldürülmesi suçunu işlemiş İttihatçıları yargılamak amacıyla kurulmuş mahkemeler, Misak-ı Milliyi savunan milliyetçi hareketin önderlerini de yargılamaya başladı. Mustafa Kemal ve arkadaşları gıyaplarında idam cezasına çarptırıldılar.
Dolayısıyla 1920’de iki olay iç içe geçti. Ulusal bağımsızlık isteyen ve kalan topraklar üzerinde Osmanlı egemenliğini sürdürmek isteyenler ile Ermenileri öldürmekten suçlananlar aynı mahkemece yargılanmaya başladı. Ermenileri öldüren katilleri yargılayan mahkeme, bağımsızlık mücadelesi veren ulusal hareketin liderlerini de yargıladı. İşte bence ipler burada koptu. O ana kadar Ankara, 1915 suçlularının yargılanmasını, Misak-ı Milli için gerekli ve ödenmesi gereken fiyat olarak bakıyordu ve destekliyordu. Ama ne zamanki, bireysel cezalandırmalara rağmen Misak-ı Milli’nin korunamayacağını hatta kendilerinin bile yargılanmakta olduğunu gördüler, Ankara tutum değiştirdi. Yani 1915’i hatırlamak, suçluların cezalandırılmasını istemek, “vatanın ve milletin parçalanması” olarak kavranmaya başlandı. Şöyle tuhaf bir mantık oluştu: Eğer 1915 soykırımdır, derseniz, suçlular cezalandırılmalıdır derseniz, aynı zamanda 'Anadolu parçalansın' diyorsunuzdur. Çünkü tarihte öyle olmuştu. Bu nedenle Arat Dink ve Sarkis abi yargılandığı zaman mahkeme, ‘soykırım kelimesini kullanmak Türkiye Cumhuriyeti devletinin parçalanmasını gündeme getirmektir’, diye karar aldı. Özetle, bizler 1920’lerde katillerin olduğunu, Ermenilere karşı bu tür cinayetlerin işlendiğini açık olarak kabul ediyorduk, fakat ne zaman ki İngiltere katillerin cezalandırılmasını Anadolu’nun parçalanması olarak gündeme getirdi, o zaman Anadolu hareketi bu konudaki fikrini değiştirdi. Biz de o tarihten sonra, katillerin yargılanmasını savunduğumuz unuttuk. Onun için benim merkezi tezim şudur, şunu derim hep; eğer İngilizler Mustafa Kemal’in ve İstanbul hükümetinin yapmış olduğu öneriyi kabul etseydi, yani bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını aşağı yukarı o dönemin Osmanlı Devleti’nin sınırları olarak kabul etseydi ve buna karşılık, Türklerden Ermeni soykırımında suçlu olanları yargılamasını isteseydi, biz İttihatçılar üzerine bugün, Almanların Naziler üzerine konuştuğu gibi konuşuyor olacaktık.
O dönemde, Ermenilere yapılan cinayetlerin nasıl kınandığına ilişkin bir iki örnek vermek isterim. Atatürk 1918’de İstanbul’da Mimber gazetesini çıkartır. Gazetenin editörlerinden birisidir. Mimber gazetesinde Fethi Okyar ile birlikte ‘Bir milleti imha edemezsiniz beyefendiler’ diyerek Ermenilerin imha edilmesine karşı çıkar, İttihatçıları suçlar. Ve Ermenilerden ‘Hıristiyan Türkler’ diye söz eder. 1919 Ekim ayında Amasya’da İstanbul hükümeti ile Ankara hükümeti beş tane protokol imzalarlar. Birinci protokolde ‘1915 tehcir ve taktilinden dolayı suçlu olanların yargılanması siyaseten elzemdir’, diye karar alınır. Daha sonra Mustafa Kemal, seçimden sonra oluşturulan İstanbul meclisinde kendi grubunun programını yazar, ve ‘suç işleyenlerin cezalandırılması sadece kağıt üzerinde kalmamalıdır’, ‘ibret-i âleme ders olacak biçimde gerçek bir cezalandırma yapılmalıdır’ der. 1920 Ankara Meclisinin açılışında yaptığı konuşmada, 1915 katliamlarından “utanılacak eylem” olarak söz eder... Yani, 1918’den 1921’lere kadar Ermenilerin kitlesel olarak imha edildiği ve bu kitlesel imhadan ittihatçıların sorumlu olduğu ve bu ittihatçıların da yargılanmaları gerektiği konusunda tam bir fikir birliği vardı. Açık olarak konuşuluyordu. Ne zaman ki ittihatçıları cezalandırmak yerine, bireyleri cezalandırmak yerine, cezalandırmayı bir devletin parçalanması biçiminde uygulamak istediler, biz bu meseleyi unuttuk.
» 1915’de yaşananların tartışıldığında ilk öne sürülen iddiaların başında Ermenilerin yaptıkları geliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
- Evet, Türkiye’de 1915’de ne oldu diye tartışıldığı anda hemen efendim Ermeniler de şunu yapmıştı bunu yapmıştı, denir ve Ermenilerin neler yaptığı tartışılır. Bu, gereksiz ve anlamsız bir tartışmadır. Ermenilerin ne yaptığı, onlara yapılanın soykırım olup olmadığına ilişkin bir tartışma açısından hiç önemli değildir. Dolayısıyla 1915’de Ermenilere yapılanın nasıl tanımlanacağı konusunda tartışmak isteyen herkes, ilk önce Ermenilerin neler yapmış olduğu tartışmasını bir kenara koymak zorundadır. Böyle saçma bir tartışma olamaz. Niçin, anlatayım. Ortada bir ölü var. Ölünün başında da birisi duruyor. Soru şu; 'yerdeki bu adam öldürüldü mü' ve 'yanında duran mı öldürdü?' Bu soruya cevap verirken ya 'öldürdü' dersiniz ya da 'öldürmedi' dersiniz. Şimdi bu soruya cevap verirken yerde yatan ölü adamın ölmeden önce neler yaptığını anlatmaya başlarsanız abesle iştigal edersiniz. Çünkü soru yerde ölü yatan adamın öldürülmeden önce ne yaptığı değildir. Soru, yerde yatan adamın, öldürülüp öldürülmediğidir. Eğer siz bu adamın öldürülmeden önce ne yaptığını tartışıyorsanız ancak şunu söylüyor olabilirsiniz; ‘efendim, öldürülmesinin nedeni buydu’. Yani dolayısıyla 95 yıldır yaptığımız Ermeniler şunu yaptı bunu yaptı tartışmasının soykırım açısından bir tek anlamı vardır, o da “biz Ermenilere soykırımı niye yaptığımızı anlatıyoruz”dur. Soykırım sorusunun cevabı İttihat ve Terakki Partisi’nin Ermenileri öldürüp öldürmediği sorusudur. Ermeniler ne yapmış olursa olsun, nedeni ne olursa olsun, İttihatçılar öldürdü mü öldürmedi mi? Siz, Ermenilerin yaptıklarını anlatırsanız ancak cinayetin “niye” işlenmiş olduğunu anlatmış olursunuz. Bunlar belki “hafifletici unsur” olabilir ama o kadar. Yani dolayısıyla cevap verilmesi gereken soru şudur: İttihat ve Terakki Partisi şu veya bu nedenleri bahane olarak göstererek 800 bin Ermeni'yi toptan imha edecek bir siyaseti uyguladı mı uygulamadı mı?
» Bu soruya sizin cevabınız nedir? Örneğin, Ermenilerin İttihatçılar tarafından bilinçli şekilde öldürülmediği, göç sırasında yolda açlıktan, susuzluktan, olumsuz koşullardan dolayı öldükleri, bu nedenle, bu olaya ‘soykırım’ denemeyeceği söyleniyor.
- Bu konuda birinci görüş der ki ‘uyguladı’ ve bilinen ve normal görüş odur, diğer görüş der ki ‘uygulamadı’. Şimdi ‘uygulamadı’ diyen görüşü ele alalım. Bu görüşe göre, ‘İttihat ve Terakki Partisi Ermenilerin imhasını hedefleyen bir siyaset uygulamamıştır’. Peki. Kaç ölü var? Rakamlar üzerinde aşağı yukarı herkes hemfikir aslında. Palavracıları bir kenara bırakırsak 1919 resmi Osmanlı rakamlarına göre 800 bin Ermeni imha edilmiştir. Dile kolay, 800 bin Ermeni imha edilmiş ve bir devletin bu kadar insanın imhasından sorumlu olduğu açık ve biz bu kadar korkunç bir rakamı, “olur böyle şeyler, savaş sırasında imkansızlıktan oldu, istemiyorduk aslında”, diye açıklayacağız... Gülerler adama... öyle de oluyor zaten.
Şu cevaba biraz daha yakından bakalım; diyelim ki 800 bin kişi “açlıktan, elverişsiz koşullardan, elde olmayan nedenlerden” vs öldü. İyi ama aynı yıllarda, 1916, 1917, 1918 yıllarında Osmanlı hükümeti 1, 1,5 milyondan fazla Müslüman göçmeni hiçbir sorun olmadan yerleştirdi. Peki, 1,5 milyon Müslümanı hiçbir sorun olmadan yerleştiren bir hükümet, 1 milyona yakın Ermeni’nin imhasını nasıl engelleyemez? Bir de bu ölümler birden olmuyor ki... 2 yıllık bir zaman dilimi boyunca, hafta hafta, ay ay oluyor. Ölümleri biliyordun, peki niye durdurmadın sürgünleri”, diye sorarlar adama. Valilerden, kaymakamlardan gelen telgraflar var, “efendim güvenlik yok süremem”, diye... Emir veriyorsun, “ne olursa olsun sür”, diye. Yani ölümleri göze alıyorsun. “Savaştı, zorunluydum” mu diyeceksin, olur, böyle diyene de katil diyorlar zaten. Mesele bu kadar basit. Yani, eyleminizin sonuçlarının ölüm olduğunu biliyor ve ama buna rağmen eylemenize devam ediyorsanız, suçu bilerek işliyorsunuz demektir. Soykırım buna diyorlar zaten...
Önemli bir nokta daha var: Anadolu’nun her bir sathından Ermeni sürülmüştür. Ankara’dan, Bursa’dan, Kütahya’dan, Bolu’dan, Amasya’dan, Tokat’tan, Samsun’dan, Edirne’den, Tekirdağ’dan. Bu vilayetler önemli. Bakınız bu vilayetlerden Ermenileri kaldırıyorsunuz ve nereye sürüyorsunuz? Suriye ve Irak çöllerine. Resmi Osmanlı belgelerine göre Suriye ve Irak zaten savaş bölgesi olarak ilan edilmiştir. Bizim resmi bir yalanımız var biliyorsunuz. “Ermeniler, bizi arkadan vuracaklardı; vuruyorlardı; bu nedenle savaş bölgelerinden, bize karşı savaşmasınlar diye kaldırılıp daha güvenlikli yerlere gönderildi”, denir. Şimdi tekrar ediyorum vilayetleri; Bolu, Kastamonu, Ankara, Muğla, İzmir, Afyon Kütahya, Anadolu’nun içinden, en güvenlikli, hiç bir olayın olmadığı vilayetlerden Ermenileri kaldırıyorsunuz ve İngilizlerle savaşın yürüdüğü, doğrudan savaş bölgesine gönderiyorsunuz. Ortada bir tuhaflık yok mu?
Bir başka nokta daha; “açlıktan öldüler, hükümetin istemediği nedenlerle oldu”, vs. deniyor. Ama o sırada ABD’nin, Almanya’nın her türlü yardım önerisi red ediliyor. Resmen başvuruyor bu devletler; istediğiniz yiyecek, çadır vb. yardımını yapalım diyorlar, hayır deniyor. Ermenilere yardım etmek isteyen yabancı ülke mensupları öldürülmekle tehdit ediliyorlar. Yardım götüren Türkler veya bazı Ermeniler tutuklanıyor. Yani, her türlü yardım yasak... Çöllerde ölüme terkediliyorlar. Ermenilerin geride bıraktıkları malları, mülkerine el konuyor, karşılığında tek bir kuruş bile ödenmiyor Ermenilere... Sadece bu basit gerçekler bile, İttihatçıların imha amacına sahip olduklarını göstermeye yeter.
» Soykırım olup olmadığını ispat için en önemli noktanın kasıt olduğunu biliyoruz. ittihatçıların Ermenileri kasten öldürme niyetine sahip olduklarını göstermeniz ve kanıtlamanız gerekmez mi? Ermenilere yapılanın soykırım olduğunu gösteren bir belge var mı?
- Oldukça fazla belge var ortada ve bunların büyük bir kısmı yayınlandı da... Kasıt konusu önemli. Kasıt nasıl ispat edilir? Daha çok iki türlü kaynak kullanılır uluslar arası hukukta. Birincisi, “bu grubun imha edilmesine karar verilmiştir”, türünden emirlerin, yazılı belgelerin olması gerekir. Cinayeti işleyenler enayi değil. Bırakmıyorlar böyle emirler geride. Hitler’in bile böyle bir emri yok. ‘Yahudileri toptan imha edin’ diye yazılı bir emir vermedi. İkincisi, “hate speech” denilen, kurban grupla ilgili yapılmış düşmanlık ve nefret taşıyan konuşmalar. Yani, Ermenilerin veya Yahudilerin başınıza bela olduğu, ortadan kaldırılmaları gerektiği, imha edilmeleri gerektiğine ilişkin yazılar ve konuşmaları varsa bunlar da kanıt olarak kullanılabilir. Hitler’in meşhur 1939 parti kongresinde yaptığı konuşma bir örnektir. Bu tür belgeleri her zaman bulmak mümkün değildir. O zaman uluslararası hukuk ciddi bir sorunla karşılaşıyor. Kastı nasıl ispat edeceğiz?
1985 yılında Birleşmiş Milletler'de konuyla ilgili çalışan bir alt komisyon, Whitaker Raporu denen bir raporu kabul etti. Bu raporda, kastın ispatı konusunda bir yenilik gündeme geldi. 19. yüzyıl İngiliz Ceza Hukuku’nun önemli bir kuralınının genişletilmesinden ibarettir yenilik aslında. Buna, “bilinçli ihmalkarlık” deniyor. Yani, doğrudan imha kastınız olmasa bile, eyleminizin sonucunda imha olduğunu görüyor ama önlem almıyorsanız, “bilinçli ihmalkarlık” yapıyor sayılıyorsunuz ve bu da imha kastının oluşması için yeterli sayılıyor. Ruanda ve Yugoslavya Ceza Hukuku mahkemelerinde bu hukuk kuralına uygun olarak soykırım cezaları verildi. Tekrar edersem: Eğer doğrudan kastı gösteren bir belge bulunamıyorsa ve hatta egemen grubun imhaya ilişkin bir kastı yoksa bile, eğer eylemi sonucu insanlar ölüyor, bu insanların öldüğü biliniyorsa ve bu ölümleri durdurma yönünde herhangi bir girişimde bulunulmuyorsa kasıt gerçekleşmiş sayılır.
Bizimkiler 1915 yılı Nisan sonu Mayıs başı ile birlikte Ermenileri sürmeye başladılar. 1915 Mayıs’ından 1916 sonuna kadar Anadolu’dan yüzlerce ve binlerce Ermeni’nin öldürülmekte olduğuna dair haber kendilerine geliyordu ve bunu engellemek için hiçbir tedbir almadılar. Bu bile soykırımı gerçekleştirmeye niyetli olduklarının kanıtı olarak göstermeye yeter. Burada bir şey daha ekleyebilirim. Osmanlı arşivinde hiçbir biçimde bölgelerden merkeze gelmiş belgeler yoktur. Tekrar edeyim, her hangi bir validen, kaymakamdan, Ermenilerin sürülmeleri ile ilgili İstanbul’a çekilmiş telgraflar, belgeler yok arşivde. Niçin bu iki yıl boyunca Anadolu’dan İstanbul’a gelen hiçbir belge bize bildirilmiyor, çünkü muhtemel bu ölüm haberleri bildiriliyordu. İki tane somut örnek verebilirim. Bir tane belge var yayınlanmış 1915 Temmuz’unda. Almanların zoruyla Talat Paşa Diyarbakır Valisi Reşit’e yollar telgrafı. Telgrafta der ki Talat, ‘duyduğumuza göre, insanları Diyarbakır’ın içinde öldürüyormuşsunuz, hem de hiç ayırım yapmadan tüm Hıristiyanları öldürüyormuşsunuz. Oysa biz bu ‘inzibati tedbirleri’ sadece Ermeniler için aldık. Bunu bütün Hıristiyanları kapsayacak şekilde uygulamanız yanlış. Bana durum hakkında bilgi verin’ diyor. Şimdi, orada cinayet olduğu belli. Ben bunu Türkiye’de katliamın önemli bir belgesi ve hükümetçe bilindiğini gösteren bir belge olarak kullandığım zaman Halacoğlu ve ekibi, ‘efendim bakın işte gördüğünüz gibi, Talat cinayetleri durdurun diyor’ dediler. Birincisi, Talat belgede cinayetleri ‘durdurun’ demiyor, ‘durumu bildirin’ diyor. İkincisi, İki bin insan Vali tarafından öldürülmüşse ne yaparsınız? Soruşturma açarsınız öyle değil mi? Ortada açılmış bir soruşturma yok. Bitmedi. Son kitabımda yayınladım, Diyarbakır polis ve jandarmasına Ermenileri sürmekte gösterdikleri başarılı eylemlerden dolayı üstün hizmet madalyaları veriliyor ve maaşları artırılıyor. Yukarda adı geçen, şehir içindeki öldürmelerden sonra yapılıyor bu iş.
Aynı şey Boğazlıyan kaymakamı Kemal için geçerli. Boğazlayan Mevkii kumandanı Mustafa Bey, İstanbul’a, Kaymakam Kemal’in, 3610 insanın ölümünden sorumlu olduğuna dair bir telgraf çekiyor. Sonuçta ne olur? Boğazlıyan kaymakamı terfi ettiriliyor. Yani dolayısıyla ittihatçıların bilinçli bir politika izlediği bellidir.
Bu basit örneklerin dışında, kitaplarımda ayrıntılarıyla yayınladığım onlarca belge vardır. Bunların çoğu İstanbul’daki yargılamalarda açığa çıkmıştır. Örneğin Bahattin Şakir’in bir telgrafı vardır, ‘sizin oradakileri imha ettiniz mi, yoksa imha edilmek üzere sürdünüz mü? Bize acele bildirin’ der mesela. İstanbul’daki İttihat ve Terakki yargılamaları sırasında, bunun gibi doğrudan imhaya ilişkin onlarca belge gün ışığına çıkarıldı. Örneğin Kayseri askerlik komutanın’dan çekilen bir telgrafta, ‘tehcir, imha manasındadır’ ifadesini açıkça kullandı. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal, ifadesinde kendisine Ermenilerin imha edilmesine ilişkin ölüm emri geldiğini aktarır. Ankara Valisi Mazhar, Yozgat Mutasarrıfı Cemal, mahkemelere verdikleri yazılı, sözlü ifadelerde İttihat ve Terakki Parti sekreterlerinin kendilerine gizli imha emri getirdiklerini söylediler. Yine 1918 Kasım ayında Meclis-i Mebusan’daki görüşmelerde, hükümet üyesi olan Reşit Akif Paşa konuşmasında; “hükümette çok az görev aldım. O sırada Dâhiliye Nezareti evrakı arasında gördüm. Tehcir emrine paralel olarak bölgelere imha emri de yollamış.” Dolayısıyla bölgelere imha emri yollandığına dair de elimizde yeteri kadar kanıt var.
III. Bölüm için tıklayınız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Bu yazı için yorumlarınızı ekleyebilirsiniz..